Gölgemin Notları
Doğan güneşin nazlı ılıklığı vuruyordu yaşlı bedenimin kurumuş ,
buruşmuş derisine. Bugün de gözlerimi açtığım bu odada her şey aynı
gibiydi. Aynı duvarları görüp aynı zehirli saatlerin tükenmesini izleyerek
geçirdiğim yıllardan ne kadar biriktirdim hatırlamıyorum. Belki de
hatırlamamak için rutubetten tuvale dönmüş duvarları izliyorum
sıkılmadan ,şikayet etmeden. Şikayet etmeye hakkımın olmadığı
buralarda yalnız değilim. Neyse ki selam sohbete küsmemiş bir kaç
huysuzun da geceleri bu düşünceler içinde uykuya daldığını tahmin
ediyorum. Vaktinin dolmasını bekleyen, beklerken bahçede oturup
ağaçlara konan kuşları seyreden eski zamanların delikanlıları,
hanımağaları… Şimdi, pili bitince köşeye atılan kırık dökük oyuncaklar gibi
eski bir semtin eski bir acizhanesinde unutulmuş birer ihtiyar hepsi.
Dünya yaşlanırken bizi genç mi bırakacaktı zaman? Neyse neyse… Uyku
diyordum en son. ( Ahh bu garip hafızam ! ) Uyku dediğim şey de biraz
dinlenmek biraz korkmak biraz da hüzündür. İtiraf ederim ki ara ara son
uykumun olma korkusu sarıyor beni de. Daha geçen hafta yan odadaki
Deli Hasan son uykusundan önce bir bardak çay istemişti görevliden.
Görevi bize bakmak, bazılarımızın altını almak olan haftada bir
yatmaktan ve yalnızlıktan kir tutmuş bedenlerimizi sert liflerle paklayan
garibanlardan biri işte. Deli Hasan diyordum, deli dediğime de bakmayın
canım, benden senden akıllıdır da biraz yarım akıllıdır. Buraya düştükten
sonra aklının kalanını oğullarının hasretinden kaybetmemek için deli
rolüne büründü bana sorarsan. Hasan yaa Hasan… Son çayını içti mi
bilmiyorum ama "bu saatte çay yasak amcacığım uyu hadi" diyen bakıcı
Ahmet'in koridorda yankılanan sesini işittim. Kulaklar gitmemiş daha
bunun için şanslı sayıyorum kendimi. Mermer zeminlerdeki ayak sesleri
arttığına göre kahvaltı için saat gelmiş olmalı. Perdeyi aralayıp baktım
şöyle, dünyamızın sığdırıldığı bahçeye. Kahvaltıya gitmek için bezgin bir
suratla bahçeye çıkan dostlarımı pencereden görmek ne büyük bir
nimettir benim gibi yalnız bir ihtiyarın gözünde. Bugün gidesim gelmiyor
yemekhaneye ama diyorum kendime yürüyüp gitmediğin aş ya
ayağına gelseydi? O vakit bugünler için de keşke çekmeyecek misin ?
Kim bilir Fatma Hanım, Koca Murtaza, Çukurovalı Hamdi ve diğerleri ne
kadar pişmandır atmadıkları her adıma, koşmadıkları her bayıra. Velev ki
pişman olmasınlar hatırlamıyor olsunlar, olsunlar da kaşık bile tutamayan
elleri hatırlatmaz mı sanırsın zavallılara?
Rengi solmuş hırkamı attım ağrıdan bükülmüş sırtıma, usul usul giydiğim papuçlarımı
gücüm yettiğince parlatıverdim hemencecik. Dersin ki; böyle yerde neden kendini
genç önemli sanırsın ehemmiyet gösterirsin? Hemen izahat vereyim, kendime
gösterdiğim alâkayı da yitirirsem ne farkım kalır, şurada nefes almayı yaşamak
zanneden yüzlercesinden? Güz mevsiminde dökülen yapraklar gibi kafamın üstünü
terkeden saçlarımdan tarak yüzü görmeyi hak edecek bir kaç bukleyi daha
yatağımda otururken geriye doğru tarayıp kafa derime itina ile yapıştırmıştım.
Yemekhaneye, ağır bi o kadar da kendinden emin adımlarla
ilerlerken kantin tarafında oturan Hakkı Efendi'yi gördüm. Yine aynı
masasında aynı taburesinde oturmuş derin düşüncelere dalmış hüzünlü
bir yerlere bakıyor gibiydi. Belki de bu yaşına kadar evlenmeyi, çoluk
çocuğa karışmayı reddedip bir başına kalmanın verdiği pişmanlığa
boğulmuştur yine. Hoş, burada bir düzine çocuğa toruna sahip olup da
yalnızlıktan ölen, yaşar gibi dolanan pek çok insan bulunur.
—Hayırlı sabahlarınız olsun Hakkı Bey.
—Sabahlar diyorum, hayırlı mı acaba?
—Hayırlı sabahlar Akif Bey'im, kusura bakmayasın seni farketmedim.
—Ne kusuru canım, kahvaltıya geçiyordum, Teşrif etmez miydiniz?
Karşılıklı ekmeklerimizi yer, çayımızı yudumlarken iki lafın belini kırarız.
—Bugün pek iştahsızım kahvaltı istemiyor garip canım. Lakin davete
icabet gerekli. Hem öğle yemeğine kadar da aç kalmayı hesap edince ....
— E hadi o zaman, millet kahvaltıdan dönmeye başladı bile. Sırma
saçlı Halil'in zift gibi demli çayını içmek için bile olsa kahvaltı es
geçilmez.
—Hay sen çok yaşa Hocam. Ne güzel dedin.
3'er dilim domates salatalık, bir parça peynir, haşlanmış yumurta,
sayısına ehemmiyet göstermeden kalfa tarafından doldurulmuş zeytinler,
fabrikadan ağızları kapalı kutu içinde çıkmış bal, reçel, tereyağı
üçlüsünden oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra çayımızın ikinci bardağı
için Halil'den ısmarlamada bulundum. Çaylar gelene kadar Hakkı
Efendi'nin dilinden dökülen hülasalar üzerine düşündüm. Garip bir adam
doğrusu. Yalnızlıktan şikayet etmek yerine yalnızlığa şükreden biri neye
sebep sabah akşam kukumav kuşu gibi düşünüp durur ki?
— Muallim Bey, buyurunuz çaylarınız. Afiyetler olsun paşalar.
—Var ol Halil evladım. Bir çay hakkımız daha vardır öyle değil mi?
—Olmaz mı Muallim Bey'im, Müdür Bey'in talimatıyla kahvaltıda üçer,
saat 10 ve 16'da da 1'er bardak çay ikramı devam ediyor. Yaz aylarında
sayıyı arttıracaklar daha emir gelmedi. Mayıs sonu gibi bize bildirirler. O
zaman güzel havada içtiğiniz bardaklar için iki kuruşunuz cebinizde kalır.
Sâhi kantinci çaya zam yapacaktı ne oldu?
—Yapmaz mı evladım, hakkıdır da, canı istediği gibi de değil yönetimin
izni kadar fiyat koyabiliyor. Öyle de olmalı ya. Gariban düşkünkerden
başka kim çay alır burada? Belki yanına kuru bir bisküvi. Bir de gelen
ziyaretçilerin gönlünden kopan ikramlar. Çay diyorduk , 25 YKR'den 30
YKR oldu. Beş kuruşluk zam yapmış dün çayı 30'dan aldım yanına da bi
gofret.
— Ohh sefan olsun Akif Hoca'm. Hadi ben ocağa geçiyorum demlik
dibini gördü, taze çay demlemek lazım yoksa şikayet ediyorlar yönetime.
— Kolay gelsin evladım ama sen de taze çay ver millete. Beleş diye
zift çay koyma önümüze canım aaa.
— Aşk olsun hocam.
— Hadi hadi .
İnsanların aynı saatlerde karnını doyurması, aynı saatlerde uyuması, belli
günlerde yıkanıp temizlenmesi, her şeyin belli kurallar etrafında sürüp
gitmesine düzen demişler, disiplin demişler. İnsana bahşedilen ufak tefek
özgürlüklerin böyle törpülenip yek kurala indirilmesi düzenin devamı
veyahut selameti için lazımdır fakat insanoğlunun robotlardan farkını da
en aza indirdiği aşikardır. Canım ister ki öğle yemeğini 12'de değil de
14'te yemek. Akşam yemeğini ise karnımın açlıktan guruldadığı vakit. Bu
cihette keyifler için bile delikanlılık dönemlerine dönmeyi arzu etmiyor
değilim. Ailecek gittiğimiz çay bahçelerini, kışın çırayla tutuşturduğum
sobalı evimi, bahçeye kurduğum çardağı, mektebe giden bozuk kaldırım
yollarını, talebelerime verdiğim yıl sonu karnelerini, müdür beyle yapmış
olduğumuz zümre toplantılarını, mektebin boya isteyen duvarlarını,
dumandan göz gözü görmeyen öğretmenler odasını düşünüyorum da
oğlum Akif yaşlandın diyorum. Zaman hepsini aldı elinden, şimdi dört
duvar arasında oda arkadaşın Tahir'le baş başa kaldın diyorum. Gariban
Tahir'in bayramdan bayrama gelen kızı ve damadı bu odayı kısacık bir
kalabalıkla buluşturuyor. Odalara girmek yasak elbette. Lakin birinci
ikinci derece akrabalar için çeyrek saat de olsa izin bulunuyor. Zaten pek
çoğunun sık sık gelen ziyaretçisi olmuyor. Haftada bir bazen aydan aya.
En acısı da bayramdan bayrama hatırlanıyor yalnız ihtiyarlar. Olsun, hiç
kimsesi olmayan, olduğu hâlde buranın yolunu unutmuş, isimleri veyahut
simaları hatıralarda kalmış kalabalığa sahip olan adamlar ne yapsın?
Sahi ne zamandır Tahir'in ziyaretçileri görünmüyor. Havanın ısınmaya
başlamasından sebep bahçede kantinde mi görüşürler acaba? Yok
canım öyle olsa bahçede denk gelirdik, bana hiç yoktan samimiyetsiz bir
selam verir hal hatır sorarlardı. Belki de denk düşmedik. Öyle bile olsa
akşamında Tahir'in kalan dişlerinden dökülen bir gülümseme ile
gündüzün özetini bir saat dinlemek mecburiyetinde kalırdım O’ndan.
—Akşam yemeğine gitmediniz mi Zehra Hanım?
—Döndüm bile Akif Beyciğim, bu sefer erkenci olayım dedim.
—Pek güzel pek güzel.
—Siz de oyalanmadan gidin malûm, geç gidenlere kazan dibinde
kalmış, soğumuş yemekler düşüyor.
— En azından yemek düşüyor öyle değil mi? Soğuğu sıcağı mı var
sokaklarda kalmış garibanlardan iyice değil mi halimiz vaziyetimiz?
—Doğru dersiniz hoş dersiniz de evlatlarla aynı sofrada olmaktan iyi
değildir. Gönül isterdi ki torun torba sofrayı dağıtıp birbirine katsın.
Anaları, yemek ağzımızdayken çay koyuvermeye kalksın mutfağa .
Gönül isterdi de gelin istemedi işte. El kızı değil mi? Ah oğlum, ciğerimin
parçası aslan oğlum nasıl da anacığını bıraktın yaban ellere?
— El kızı dediğiniz sizin kızınız da elin kızı olmuyor mu? Siz de elsiniz o
vakit.
—Güzel kızımı ne diye katarsınız içine bey ? Dünyalar güzeli kızım
rahat etsin mutlu olsun, beyiyle evladıyla huzurlu olsun İnşallah
anasının kuzusu.
— Damadınızın validesi hayatta mıdır acaba?
— Hayatta yaa. Geberesice ölmedi gitti. Kızımın evinden işinden
burnunu çıkarmaz. Öyle ya ben bilirim onun karın ağrısını, kızımı gelin
ettiğimde iki bilezik fazla istedik diye kuzuma bilenmiş. Yıllardır sürer
içindeki öfkesi. Allah vere ki kızımın evi barkı ayrıdır lakin hafta sonu
dedin mi gelir kurulur gül kızımın sıcacık yuvasına. Torunlar bahane
efendi bahane. Tek derdi kızımdan hizmet görmek. Ahh ah ben bilmez
miyim o deyyusun içindeki hainliği. Ben kızımı sana hizmet etsin diye mi
bu yaşa getirdim ? Alacağın olsun senin de damat. Amaaan boşverin
beni muallim efendi, konuşur dururum böyle kendi kendime. Yemeğe
gidin siz.
— Efendi, hayırdır canınızı mı sıktım yoksa?
— Bedenime ağırlık tesir etti de Zehra Hanım gidip biraz dinlenmek
icap eder.
—Yemeğe gitmeyecek miydiniz? Yoksa ben mi sizi lafa tuttum da vakit
geçti?
— Yo yoo, zaten açlığım yoktu. Ziyaretçilerden biri sağ olsun simit çay
ikramında bulundu. Ben gideyim artık, haydi akşamınız hayrolsun.
Ne gariptir insanoğlu diye düşüne düşüne, D blok- 115. koğuşun
kapısına kadar gelmişim. Burası benim odam benim dünyam. Tahir'le
paylaşmakta olduğum iki yatak, iki dolap ve kirli perdelerden oluşan,
zemini soğuk mermer döşemeli dünyam.
— Akif Bey, erkencisiniz bu akşam. Uykunuz mu var bu saatte?
— Ooo Hemşire hanım kızım bitmedi mi mesainiz ?
— Akşam ilaçlarını unuttunuz galiba. Sizin de bir tansiyona bakayım.
Geçin yatağınıza 113'e gelen amcanın ilaçlarını da verip geleceğim.
— Rahmetli Hasan'ın yerine mi geldi?
— Evet Akif Hoca'm, gelebildiği için şanslı sayılır. Eee ne de olsa
yüzlerce insan buraya yerleşmek için can atıyor, yığılmış başvurulardan
belli ne kadar rağbet gördüğü. Sadece parasıyla olsa onlarca huzurevi
var şehirde. Ama bu öyle mi? Kıymetini bilene.
— Doğru dersiniz hanım kızım.
Duvardaki saat gecenin başladığını gösteriyor. Herkes derin bir uykuya
dalmışken penceremden izlediğim gökyüzünde asılı duran belli belirsiz
yıldızların akibetini düşündüm. Yıldızlar yoktu hesapta, düşünmek üzere
başka şeyler seçmiştim kendime. Her zaman kurallara sıraya düzene
uyacak değiliz ya. Bu gece rastgele düşünmeyi yeğledim. Hemşire
hanım kızın parmağındaki yüzük de pek yakışmış. Sormadan
söyleyiverdi sözlendiğini. Parmağına baktığımı düşünmüş olmalı. Pek
sevindim gençlerin adına, yuva kurmaya niyetlenmişti zaten belliydi her
hâlinden. Tebrik ettim, mutlu olması için temennide bulundum. Gençlik
denen bir servet taşıyor üzerinde. Farkında mı ki acaba? Benimki de laf
mı? Her gün yüzlerce yaşlanmış bedenin gereksinimi olan görevi yapıyor.
İlaç, tansiyon, şeker daha nicelerinin takibini yapan insan elbette farkında
olur elimizden kayıp giden geri gelmesi mümkün olmayan zenginliğin.
Yarın kahvaltıdan sonra Kazım Ağa'ya uğrasam mı ? İki hasbihal ederiz.
Ne zamandır denk düşmüyoruz, yemek saatlerinde de göremiyorum.
Hasta mı düştü yoksa? Uğramak lazım, evet evet yarın görüneyim en
iyisi adamcağıza.
Yarın ola hayrola.