top of page

Gölgemin Notları: III

18 Nisan 2004

Emekli aylığımdan kalan daha doğrusu idare tarafından şahsıma iade
edilen; azına şükrettiğim, çoğuna tamah etmediğim "yenilerin lira dediği" üç beş kuruşluk kaimeden kendime bol köpüklü orta şekerli bir Türk kahvesi söyledim. Bayatlamış bisküvileri, yüzüne bakılmayan şekerlemeleri, sırma saçlının çayından
daha taze çayını mâkul fiyata satmak zorunda kalan 30 yaşlarını geride bırakmış Ali, ısmarladığım kahvemi hazırlamak için yanmaktan kömüre dönmüş kulpun emaneten
taşıdığı kararmış eski bakır cezvesinin başına geçti. Bir yandan 1 lira karşılığı önüme koyacağı bol köpüklüsünü özensiz bir el çabukluğu "ya da alışkanlığı" ile pişirmek için "Allah bilir dibi kireç tutmuş paslanmış cezvesinde" kokusu burnuma gelen kahveyi
ve gözünün kararına göre karar verdiği şekerini harmanlayıp üzerine boca ettiği su ile birlikte tek göz ocağın üzerine bırakırken öte yandan gevezeliğine zeval gelmesinden korkarak öteden beriden konuşmasını sürdürdü. Esasında özünde iyi
delikanlıdır, hepimiz severiz Ali'yi. Sevilmeyecek gibi de değil Allah'ı var. Laubali
olduğuna hükmedenler olsa da bunların sayısı bi elin parmağını geçmez. Babasının; hatrı sayılır ahbap desteğiyle, işletmeye muvaffak olduğu bu kantinden evine rızık çıkarmak için ağzında diş kalmamış müşterilerine güler yüzlü olması lazımdır tabii. Nesini sevmezler aklım kesmez doğrusu, burada en lazım olan şey selama mazhar olmak veya önemsenmenin alameti sayılan sohbete layık görülmek değil mi?
Bi parça kuş lokumu ile süslediği kahverengi porselen fincan tabağını önüme koyarken "afiyetler olsun hocam var mıdır başka arzun?" diye sormayı ihmal etmedi
sağ olsun.
- Kahve kâfidir evladım var ol.

Boyası dökülmüş kantin duvarına yasladığım eskimiş sandalyemde ,
bahçeye doğru bol köpüklü kahvemi ağız tadıyla içerken etrafı temâşâya başladım .
Güneşli bir pazar gününde bahçede boy gösterir ziyaretçiler. Kimileri bir yakınını görmeye, kimileri de zamanın acımasızlığını hatırlamak niyetiyle tanımadığı gelecek
hallerini görmeye gelir . Bazıları vardır ki sebepsiz gelir, işte o sebebe ihtiyaç
duymayanların bizlere gösterdiği ilgi alaka, güler yüzleriyle hoş sohbetleri, duydukları saygı ve hürmet bizleri mutlu ettiğinden daha fazla onları da mutlu eder. Bunu anlamak için gözlerindeki minnetsiz, sorgusuz derin sevgiyi görmek yeterli.
Aralarında "bir kaç gençten oluşan" grup dikkatimi cezbedince, dibinde tortusu kalmış
fincanımı masanın köşesine doğru itip izlemeye koyuldum. Yaşları 20'yi bulmayan ;
tahminimce liseden sonra yüksek tahsil yapmak için gurbet ele düşmüş 4 erkekti bunlar. İçini dökmek için ağaca kuş konmasını bekleyen Sabri, Hikmet ve Zehra Hanım'ın etrafında toplanmış, bizim gevezelerin hikâyelerini pür dikkat dinlemeye
koyulmuşlar. Yüzlerinde, hiç de eğreti durmayan tebessümleriyle dinlediklerini ara
sıra başlarıyla onaylayan gruptan, iki numara saç tıraşı, beyaz teniyle ayakta dikilmiş hafif uzun boylu olanı; kendine verilen emri yerine getirmek için tatlı bir aceleyle harekete geçen er gibi kantine doğru istikamet almış buraya doğru gelmeye koyuldu. Acele olduğu belli adımlarına rağmen, önünden yanından geçtiği herkese selam verip
bir arzusu olup olmadığını sormadan geçmeyen delikanlı, kantine varıncaya kadar aldığı 5 çay, 2 simit ve 1 çikolata siparişini memnuniyetle aklına yazıp girdi içeri. Hoş bir selam verdikten sonra Ali'ye sıraladığı isteklerinin hazırlanması için beklemeye başladı. Etrafına bakınmaya koyulunca, ben de cebimden çoktan çıkarmış olduğum köstebek saatimle oyalanıp meşgul görünmeye karar verdim. Uzun zamandır ilk defa ziyaretçilerden biri "uzaktan görmemle yüreğini görmüş gibi olmamdan dolayı"
dikkatimi üzerine topladı. Attığı adımlardan bana doğru yaklaştığını anladığım gibi
kalkıp gitmek (kaçmak) geldi içimden. Tarif etmek istemediğim; nasıl tarif edildiğini bilmediğim hisler baş gösterdi bile bana doğru attığı ilk adımdan sonra. Bunun için
biraz geç kalmış olmalıyım ki masama düşen silik gölgesini gördüm.(Yanıbaşımda
duran ruhunun somutlaşmış görüntüsü de olabilir). "Merhabalar efendim, nasılsınız" diyen, kibar beyefendilerden farksız sesini işittikten sonra meşguliyetime ara verir gibi görünerek alakamı ona çevirdim. Genç ve güzel bir yüz. Güzelliğin getirdiği
temiz bir simâ mı, berraklığın yüzüne yansıttığı güzellik mi? Emin olamadım desem
yalan olmaz. Benimkilerine benzeyen gözleriyle gülümsüyordu yüzüme doğru. Merhametten mi saygıdan mı ya da yüreğinin derinliğinden fırlayan hakiki bir
tebessüm mü, bunu ifade etmeye kalksam edemem muhtemelen. Ne kadar tanıdık ve ne kadar da yabancı bir yüz!

Akşamın, insanı dinlendiren tatlı serinliğinde D bloğun önündeki bankta
geçirdiğim zamanın büyüsünü bozmak istemedim. Birikmiş olan meraklarıma uygun
ihtimalleri bulurken Kazım Ağa'nın artan hastalığı içimi burktu. Sabahtan uğramak için B bloğun kapısına gittim. Görevli Ahmet yine her zamanki gibi çok iş yapar gibi
görünmek maksadıyla eline aldığı fırçayla yerleri elden geçiriyordu. Günaydını eksik etmeden Kazım Ağa'yı görmek istediğimi söyledim. "Valla görebilirsen bana da söyle
hocam" diye ağzından fütursuzca çıkan yersiz bi latifeden sonra yüzümdeki
endişeyi farketmiş olmalı ki zoraki bi gülüş takınmak durumunda kaldı. Kazım
Ağa'nın son zamanlarda artan hastalığı sebebiyle dışarı çıkmadığını, (hekimin, şifası
için uygun gördüğü) ilaçların ağayı uykuya mecbur ettiğini öğrendim nihayet. Odasına gitmeye karar verdim, çocuk gibi zayıf düştüğünü görmek istemesem de. Uyanık görmeyi temenni ettim, ağzından iki kelime iki latife duymak da içimi
ferahlatacaktı. Odanın kapısına vardığım vakit küçük ama benim için mühim olan temennimin boşa çıktığını gördüm. Dermansız kalan başını yastığa gömmüş, ağır
ağır aldığı nefesiyle yaşadığını belli eden solgun ve yorgun bedeni derin uykudaydı. Arkadaşımı bu vaziyette görmek beni memnun etmedi. Yandaki yatakta, oturur vaziyette kıbleye doğru kehribar tesbihini çekmekte olan arkadaşına vereceğim rahatsızlık ihtimalinden çekinip geri adım attım odanın kapı girişinden. Kendimi bina
dışına attıktan sonra kahvaltının tokluğu ile biraz gezindiğim bahçede (saatlerin acelesi varmış gibi güneşin tepeye tırmanmasıyla) öğleye doğru yönümü kantine
çevirdim. Arkadaşlarımın içi boş lakırdılarını dinlemeye niyetim olmasa da kafamın içindeki
gölgenin bir süreliğine çenesini kapatması için aralarına atmam lazım kendimi. Bu saatte kantinden başka nerde olacaklar?

Yeni tanıştığım genç arkadaşım üzerinde bir vakit düşündükten sonra etraftaki sessizliği farkedip yerimden doğrularak (bel ağrısı fenadır, doğrulurken bile nezaket ister) odama doğru yürüdüm. Uyumuş olan Tahir'i rahatsız etmeye korkarak ulaştığım
yatağıma güzelce yerleşip üzerimi örttüm yeni yıkanmış, menekşe kokulu, kağıttan biraz iyi durumdaki örtüyle.


Tahir'in hikayesine devam etme arzusu uykularımı kaçırdı. Nedendir bilmem
anlatmak, içimi dökmek gelir bu saatlerde. (Kim okuyacaksa sanki ?) Kainat
dinlenmeye çekilince yüreğindeki acılar uyanırmış. Kalabalıkta kulaklarını tıkadığın
her şey sessizlikte sağır eder seni.

Günlerini böyle beleşten, felekten geçiren Tahir'in yediği baba parasıyla
tahsiline devam etmesi tek gurur kaynağıydı etrafındakiler için. Gurbette ilmini yükseltenlere kıyasla ikamet ettiği şehirde okuyan delikanlı canı istedikçe imtihanlarını verip canı istedikçe okuluna uğrarmış. Günler böyle devam ederken
diğer yandan yüreğindeki sevdalısını düşünür dururmuş. Sümbül sokaktan her geçişinde, cebindeki mektubu postaya verip pişmanlık dolu hislerini bildirmek niyetinde olur fakat buna yüzü olmadığını düşündüğü için korkarmış içeri adım atmaya. Hakkı da vardır ya korkmaya; gezip tozduğu, yıllarca umut verdiği körpe
kızı, şehir hayatı uğruna terketmesi orada unutup gitmesi affedilir cinsten bi
vefasızlık değildi.
Mektebin sonlarına doğru gelen Tahir, sıcak bi cuma vakti bütün cesaretini toplayıp girmiş Sümbül sokağına. Belediyenin, zahmetten kaçınmayarak koyduğu cilası taze
banka oturarak bir yarım saat hem düşündü hem paketin dibini gördü. Kafasında bir şeylere karar verdikten sonra acelesi varmış gibi kalktığı banktan kaçarcasına
postanenin önüne geldi. Kısa bir durakladıktan sonra kararından dönmenin faydasız
olacağına hüküm verip insan kuyruğuna katıldı. Önündeki insanların işlerini halletmesini beklerken yerinde duramayan çocuklar gibi endişe dolu bir ter döktü;
heyecandan olsa gerek. Nihayet sırası gelince görevli sordu.
- Buyurun.
- İyi günler, mektup göndermek istiyorum.
- Mektubu ve pul ücretini alayım.

Bir ay geçmişti gönderdiği mektubun üzerinden. Bir ayın, bir sene olabileceğini ispatlayabilir Tahir'in sabırsız heyecanı. Kafasında dönüp duran meraka cevap bulamayışı yormuştu onu. Ulaşmış mıydı sahibine? Okuduktan sonra yırtılıp çöplerin
arasına mı atılmıştı? Yoksa koynunda veya çeyizlik yazmaların arasına mı
saklanmıştı? iki satır cevap yazmaya değer bulacak mıydı? Bu düşüncelerle geceyi sabah ediyor, gözüne adam akıllı uyku girmiyordu Tahir'in. Okumadan yırtıp atmış
olsa bile hak etmişti bu muameleyi. Onca verdiği umuttan sonra şehirde gördüğü güzellerin cazibesine kapılıp terk etmişti şehir görmemiş, erkek eli tutmamış komşu
kızını. Ne var ki gezip eğlendiği hiçbir şehir kızı vermiyordu Elif'in verdiği sadakat yüklü sevgiyi. Yaptığı hatanın daha doğrusu memlekette unuttuğu cevherin farkına
vardıktan sonra pişman olmuş geri dönmek istemiş ve artık bir yuva kurma hayaline kapılmıştı. Hemen hemen her erkek gibi diğer çiçekleri kokladıktan sonra solmaya
mahkum bıraktığı gülü yeşertmek istemişti o da. Bu heyecanlı bir o kadar da ruhunu sıkan bekleyiş Çarşamba gününün öğleninde son bulmuştu. Verdiği son imtihandan
sonra mektepten kaçar gibi çıktı. Arkadaşlarının, Leyla çay bahçesinde oturma teklifine kayıtsız kalıp doğruca eve gitmek istedi. Pek keyfi de yoktu zaten. Öğle vakitlerini az bir zaman geçiyordu evinin olduğu sokağa girdiğinde. Bir eli cebinde
kapının önüne kadar geldi. Kapıyı çalacağı sırada orta yaşlardaki postacı Naim'in
sesini işitti. Heyecandan kalbine bir sızı misafir olsa da belli etmemeye çalışarak arkasına döndü.

-Haylaz oğlan dur bakalım. Mektubun var. Bir dakika. İşte burada, al bakalım. Babana selâmlarımı ilet.
-Aleyküm selam Naim amca. Sağ ol. Göğüs kafesinde sıkışmış olan kalbi şimdi serbest kalmanın rahatlığıyla heyecandan
dışarı fırlayacak gibiydi. Titreyen ellerinde tuttuğu zarfın üzerinde yazan gönderici
adresini okuyunca heyecanı ayakta durmasını zorlaştıracak kadar arttı.
Gönderen: Elif Seçkin
Fatma Hanım'ın "hoş geldin oğlum" karşılamasına acele bir ,hoş buldum' yanıtından
sonra odasına attı kendini. Kapısını kapatıp karyolasının kenarına oturdu. Biran önce
açıp okumak bilmek istiyordu aylardır zihnini ve yüreğini yoran neticeyi.
" Öncelikle selamına en içten hislerimle karşılık verir anne babana selam ederim.
Mektubunu alalı bir hafta oldu. Kaç kez okudum bilmiyorum. Lakin ezberime
yerleşecek kadar okuduğumu bilirim. Duyduğun pişmanlığa ikna oldu mu kalbim, bunu düşünmem için bir müddet bekledim. Başlarda sana duyduğum öfke, yüzünü
gösterse de geceleri koynumdan çıkardığım mektubunu öperken buldum kendimi.
Sana duyduğum tertemiz sevgimin çokluğu, kırılmış duygularıma tesir etti.
Samimiyetine güvenerek anılarımızın hürmetine beni bıraktığın günü siliyorum
hatıralarımdan. Vaktinden önce nasip olmuyor kavuşmak. Sabır ile yolunu
gözleyeceğim. Hoşça kal. Elif "

Mektebini bitirdikten sonra affına muvaffak olduğu sevdalısını istetmek için haber
yolladığı memleketten "nasip kısmet bu işler, buyursunlar gelsinler" cevabını almış
daha fazla beklemeden yola koyulmuştur ana babasıyla. Hoş karşılanmışlardı kız
evinde. Fakir ama gözü tok insanlardı Elif'in ailesi. Ne başlık parası ne de güçlerini aşan isteklerde bulundular. Zaten oğlanın gül gibi mesleği vardı. Nerde bu devirde
memur damada layık olmak. Artık sırtı yere gelmeyecekti kızlarının. Bileziği vardı
kocasının kolunda , hem de altın olanından.
Mutluluktan başı dönen Tahir'in analığı Fatma Hanım da gelin kızını pek sever, kavuşmaları için nice dualar etmişti kıldığı farz namazların peşine. Dualarının geri
çevrilmemesine şükür secdesi kılan kadın ne iyi ne ne yufka yürekli bir anaydı esasında. Gelinine dizdiği bohçaları özenle saydıktan sonra çeyiz odasına yerleştirip
kapatmış kapıyı. Oda epeyce büyüktü ona kalırsa tam da gelin odası olacak aydınlıktaydı. Öz oğlunun mesut olması için bu kadar çırpınır mıydı Allah bilir. Artık düğün için günler saymaya başlamışlardı. Öte yandan sevdiğine kavuşmak için
yüreği hop oturup hop kalkan Elif'in de mutluluğu öteden belli olurdu yüzünden.
Yaz aylarında şanına yaraşır bir düğün yapmayı kafasına koyan Tahir, muradına kavuştuğunu cümle alem görsün istiyordu.

Gel zaman git zaman "hafızam beni yanıltmıyorsa" 1955 yazında sâde ama
unutulmayacak cinsten düğününü yapan Tahir, karısına gün geçtikçe daha fazla
bağlanır hâle geldi. İşinden evine evinden işine gidip gelmekten başka uğraşı
olmayan bir adam hâline geldi bizimki. Sevgi bu ya, adamın gözünü evdekinden başka
her şeye kör etmeli.
Görevini yerine getirmek için sabahları uyanıp evden çıkarken bile akşamında
karısına kavuşmak için saatleri saymaya başlarmış.

Mahallenin dilinde olan güzelim evin neşesini, Tahir'in peder beyini bulan illet hastalık
bozmuş bir anda. Nazar mı dersin kader mi orasını bilemem lakin doktor doktor şifa
aramaya koyulmuş ev ahalisi. Babasının günden güne eridiğini görmek canını
sıkıyormuş çiçeği burnunda damadın. Analığı ile hanımının desteği ile hüznünü belli
etmemeye çalışsa da artık herkes farkındaydı; dermansız hastalığın kucağındaki
çınarlarını kaybedeceklerinin.

Gözleri uykuya karşı direnemeyecek kadar yaşlandı artık. Birbirinin aynısı olan
güne dinç uyanmak için istirahat etmem şart.
O çocuk, Salih ne de efendi bir genç. Konuşması sohbeti öyle güzel ki kitap olsa
sıkılmadan okur şiir olsa usanmadan dinlerim. Yolu bahtı açık olsun. Böyle evlatlar
yetiştiren anaya da helal olsun.

© 2025 by ZOR Dergi. 

bottom of page