top of page

Kafes

Kimsesizliğin şarabının tadına bakalı otuz sene olmuştu fakat ölümün de aynı şekilde geleceğini hiç düşünmemişti.

Kim düşünürdü ki ölümü de hayatı kadar acı dolu olsun? Bunu kim isteyebilirdi? Ellerini uzattığı anda kaçıyordu hayat ondan ve onun gibilerden ancak o yine de uzatmaya devam ediyordu. Annesine muhtaç bir bebek gibi görüyordu hayatla kendisini ve bu yüzden onun tarafından kabul edilmek ve sevilmek istiyordu. Kimseden görmediği kabulü ondan alabilmek içindi tüm bu çabası ancak bir şekilde hayatın da kaderin de kendisinden nefret ettiğini artık aklına not alabilmişti. Şimdi ise hiçbir şeyin önemi yoktu artık, kaçamayacağı bir yola girmişti ve geri de dönemezdi.

Nefessiz kaldığını hissederek gözlerini açtığında kendisini rahat -aslında çivilerin üstünde yatıyormuş gibi hissederdi kendisini- yatağında bulamadığında panik tüm bedeninde yer edindi. Gözlerini açmıştı açmasına fakat etrafı hâlâ zifiri karanlıktı. Ruhu sıkışır, yüreği daralır gibi olduğunda ellerini kaldırdı refleksle. Elleri sert bir yüzeye çarptı, yavaşça ellerini bu yüzeyde gezdirdi. Hayal mi görüyordu? Gündüz vakti hayal görecek vakti bile yoktu oysaki.

Kafasının bir karış kadar üstünde ahşaptan bir duvar vardı sanki. Elleriyle bu duvarı itmeye çalıştı fakat başaramadı, şimdi panik vücudunda kol gezmeye başlamıştı bile. Kendisini düşünmeye zorladı, neden burada olduğunu anlamaya çalıştı fakat aklına hiçbir mantıklı sebep gelmiyordu. Çok uzun zamandır düşünmediği için beyni, bu birkaç dakikalık fırtına içerisinde ağrımaya başlamıştı zaten.

Ahşabın o çürük kokusu genzini yakarken aslında hep bu kokuda yaşadığını fark etmesi uzun bir süre aldı, şimdi sadece o koku daha güçlüydü. Tanıdık koku ona güçlü geldi diye böyle midesi bulanır mıydı insanın? Sonrasında bir anlığına düşündü. Nasıl bir insan, bu çürük ahşap kokusuna alışmış olabilirdi ki? Kendi evi de bu şekilde bir ahşaptandı ve küçüktü. Yalnızca bir odası ve tuvaleti vardı, ona da yetiyordu zaten. Yine de o çürük kokusunu hiç fark etmemişti sahiden de.

Düşündüğünü anlamış gibi o çürük ahşap kokusu bir kez daha bastırdı. Durduğu yer gittikçe soğuyordu ve daha da karanlığa çekiliyordu sanki. Yavaşça, duvarların arasına dolan bir rüzgârın sesi geldi kulağına. Tanıdıktı bu ses. Rüzgâr ahşap çatıyı yalarken duyulan o ince inilti... Gözünün önünde silik bir masa, üzerinde birkaç çatlak porselen tabak belirdi. Nemli bir halının lifleri vardı o sırada ayaklarının altında. Tanıdık görüntüler evine aitti. Rüzgârın fısıltısı, çürük kokusunun yoğunluğu, damarlara benzer çatlaklara sahip duvarlar onun evinin görüntüleriydi. Ancak evi hiç bu kadar karanlık olmamıştı. Hatta o yırtık perdesi, evin içine mutlaka biraz ışık dolmasına sebep oluyordu. Ölgündü o ışık ama ışıktı işte. Işığın zerresi bile insanı güvende hissettirirdi çünkü karanlık, bilinmezlik demekti ve bilinmezlik korkutucuydu.

Göğsünün ortasında bir sıkışma hissi olduğunu fark etti. Aynı şekilde boğazında da ince bir ağırlık vardı. Bu his, hafif bir ağrı gibi yayılıyordu bütün bedenine doğru. Bu hissin tanıdık olduğunu fark etti bir kez daha. O kadar tanıdıktı ki, buna ait anı hatırlamaya çalıştı ama çıkarmaya cesaret edemedi. Zaten paslanmış zihninin koridorlarından geçmek de zorlayıcıydı; her yanı örümcek ağlarıyla kaplanmıştı beyninin, içerisi kullanılmadığından yokluğa terk edilmişti. Ancak zihni daha derinlere inmekten kaçınmaya çalıştıkça, karanlık üzerini daha da sıkıca sarıyordu.

Burası ona evmiş gibi hissettiriyordu. Her şey eviymiş gibi hissettiriyordu fakat aynı zamanda evine hapsolmuş gibi hissettiriyordu.

Tekrardan ahşap tavanı kaldırmak istedi ancak yapamadı, gücü yeterli değildi. Zaten son zamanlarda kolları da fazlasıyla ağrıyordu. Parmak uçları acıyla sızladı. Uzun ve kesintisiz bir uğultu yankılandı zihninde, demir çarkların birbirine sürtünürken çıkardığı ezici sesten başka bir şey değildi bu ses. Kulakları aşinaydı bu sese ancak kendisi asla alışamamıştı, yaşaması gereken hayat bu olmamalıydı. Ev dediği kafese girdiğinde bile o çarklar çalışıyor olurdu zihninin en derin ve ücra köşelerinde. Çarklar asla durmazdı ve sürekli çalışırdı. Sakinleşmeye çalıştı ve kısa bir süre sonra, kendisini gerçekten de güvende hissettiğini fark etti. Bu içinde olduğu ahşap kafesin kendi evinden ne farkı vardı gerçekten de?

Ahşap tahtaların kokusu artık rahatsız etmiyordu. Işık yoktu, sıcaklık da yoktu. Her şey olduğu ve olması gibiydi. Belki evindeki o perdenin arasından sızan şey de ışık değildi. Bilmiyordu ancak önemsemedi de. Son bir kez derin bir nefes aldı. Ciğerlerini dolduran o ağır toprak kokusu, tanıdık bir melodi gibi zihninde yankılanıyordu. Onu ziyarete gelenler ne düşünecekti acaba? Kapıyı açtıklarında kapıda tırnak izleri görürlerdi belki ancak onu bile görebileceklerini düşünmüyordu artık. Çok aşağıdaydı, çok ulaşılmaz bir yerdeydi.

Tabut muydu burası sahiden?

Hayır, değildi. Eviydi burası.

© 2025 by ZOR Dergi. 

bottom of page