top of page

KINGSLEY HARİÇ

Hemen her meslek dalında olduğu gibi, adının önüne geçmiş bir unvan ile soğuk okul koridorunda sınıfına doğru yürüyordu. O kadar fazla kez ve hemen hep aynı hislerle geçmişti ki bu koridordan, gözleri kapalı vaziyette planını çıkarabilir; koridorun hep başrolde olduğu ama sadece karakter isimlerinin değiştiği yirmiden fazla anısını, içtiği suyun ilk ve ikinci yudumu arasında nefes almadan anlatabilirdi. Koridorun sıcaklığından hangi konuyu anlatacağını, hangi konuyu anlattığından da maaş gününe kalan zamanı anlıyordu.

Öğretmen hanım ince bacakların üzerine aşırı uyumsuz şekilde gelişmiş bir iri gövdeye sahipti. Uyumsuz vücut yapısını destekler nitelikte uyumsuz giyiniyordu. Elbette hep böyle değildi. İşe ilk başladığında bacakları da kalındı. İşine karşı olan hevesi onu beslemiş büyütmüş, ancak zaman içerisinde bu gıdası kesilince, komple zayıflamıştı. İçinden çıkılmaz bir duruma geldiğini fark ettiğinde, bir an evvel çıkmak istediği bir vücudu olmuş, bu süreç o kadar yavaş ilerlemişti ki fark etmesi ve önlem alması imkansızdı. Kalın bacak ama ince bir gövdesi olsa aslında ne olurdu inanın bilmiyorum, fakat hayli muhtemeldir ki bu vücut yapısı beceriksiz sıfatına haiz arkadaşlarında gözlenebilirdi. Şu anki haliyle dizleri gövdesini taşımıyor ve sürekli ağrıyordu. Buna cevaben kalbi ve akciğerleri de iyi çalışmıyor, bu gövdeden bir an evvel kaçıp gitmesine yardımcı olmak istiyor gibiydi. Dağınık saçları özensizlikten değil, bu abes vücut yapısına uyumlu olması için bu haldeydi. Körler ülkesinde göz taşımanın pek de manası yoktu; saçlar güzel ama gövde orantısız olursa bu gövdeye değil saçın kendisine ayıp olurdu. Çarpıklık norm haline gelmiş, buna uymayan her şey “çarpıklık” ile suçlanır olmuştu bedeninde. Suratının asıklığı da tercihi değildi. Beyni zaman içerisinde gülümsemeyi unutmuş olacak ki, bu durum yüzündeki kaslara sirayet etmiş, onlar da “çarpık” ilan edilmemek için “sarkık” olmayı yeğlemişti. Birkaç kez gülümsemişti elbette, ancak kaslarının bu formundan dolayı fark edilmemişti.

Gözleri vücudundaki en asi yerdi. Resmen bir savaş içerisinde, küçük bir clique olarak içlerindeki ışığı saklıyor ve kaç gün daha dayanabilirler diye sürekli hesap yapıyorlardı. Koridoru Öğretmen hanıma yürüten de tam olarak bu ışıktı. Lakin ben bu ışığı sevmeli miyim, yoksa bunu yermeli miyim bilemedim. Zira bu ışık onun bedensel ve ruhsal acılarını da devam ettiren şeydi; ama aynı zamanda kutsal bir savaşın da kutsal hazinesiydi. Işık olmasa acı da olmayacaktı; ama aynı ışık olmasa bu kutsal savaş da biz okurlara keyif vermeyecekti.

Nihayet sınıfın kapısına vardı. Kahverengi kapı artık o kadar eskimişti ki, geriye sadece bir kapı kalmıştı. Çatlakları artmış, yıpranmış ve bir güzelleme ustasını bile maalesef bencileyin sessiz bırakacak nitelikte yaşlanmıştı. Sadece bir kapıydı, onun dışında ise bir hiç. Üzerindeki kolu aşağı doğru itince, otuz yaş üstü insanların belinden beynine giden o gıcırtı ve çığlık sesiyle kapı açılırdı. Karşılıklı acı acı çığlıklarıydı bunlar. O kapıyı açmak acı veriyordu. Ama Öğretmen hanım olmak isteyen biri bu kapıyı açmak zorundaydı. Öğretmen hanım, öyle de yaptı.

Kapı açılır açılmaz, saniyenin onda biri süreyle mavi gökyüzünü ve güneşi görebildi öğretmen hanım. Öğrencilerin önlükleri mavi gibi görünmüştü gözüne. Karnaval havasında, çok uzun süre unutmuş olduğu adını kendisine hatırlatmak ister nitelikte mutlu bir görüntüydü bu. Evet bir adı vardı, ancak unvanına yenilmişti. Tam onların bu karnavalına dahil olacaktı ki, Dante “Öğretmen geldi” diye sınıfa ikazda bulundu. Gökyüzü karardı, önlükler siyah oldu, renkler gitti, ve pek tabi ki de yanlarında Öğretmen hanımın adını da götürdüler giderken. Renkler olmadan kalan tek şey cehennem olur herhalde. Bu cehennemi sınav kağıdında da yaratmıştı zaten Dante. Cehennem yaratmada iyiydi. Ancak öğretmen hanım, çarpık bedeninden kaçtıktan sonra gideceği cehennemin, Dante’nin yazdığı gibi olmayacağını biliyordu. Dante’nin cehennemi, gerçek cehennemi değil Öğretmen hanımın bedenini anlatıyordu. Üstelik Öğretmen hanımın eşkıyalık yapan ışığı, Dante’nin İlahi Komedyası’nda net görünmüyor muydu? Kopya çekmişti Dante. Hem de kendi öğretmeninden… İyi bir cehennem tasviri; ancak orijinal değildi. Orijinalini az evvel yaratmıştı Dante.

David yanında Kingsley ile oturuyordu. Güler yüzlü ve hemen her şeyi eleştiren bir çocuktu. İçinde bulunduğu ve aslında itiraf etmek lazım ki onu var eden çıkmaza gülerek tepki veriyordu. Gülmeyi pasif bir direniş metodu olarak değerlendirebilirsiniz elbette; ama ben olumlama olarak görenlerdenim. Sürekli cinsellik üzerinden ciddi konuları anlatan bir kağıt vermişti David. Toplumsal normları sallayarak, onları biraz da olumlamıştı. Akademik yetersizliklerin altını çizerken, açıkçası çok da çözüm önerisi getirmiyordu. Güldürüyor, düşündürüyor, ama değiştirmiyordu. Bir ara bu çıkmazı sevdiğini bile düşünmüştü Öğretmen hanım sınav kağıdını okurken. Üniversitede doğmuş bir çocuk olduğundan, eleştiri yaparken biraz da ders anlatıyordu alttan alta. Bu durum Öğretmen hanımın hoşuna gitmemişti. Kendisinin de pek haz etmediği bir şeydi bu: eleştirdiği oluşumun ereklerine hizmet etmek hiciv yapma faaliyetinin bir parçası olabilir miydi? Eleştirip eleştirip, en sonunda eleştirdiğine hizmet etmek… Bu resmen öğretmenlikti.

Kingsley fakir bir aileden geliyordu. Babasının isteği üzerine herhalde, sınıf atlamak veya hayatına bir anlam katmak için buradaydı. Acınası bir hali yoktu. Dimdik ayaktaydı ve en çok çalışan öğrencilerden biriydi. Pek çoğunun kendine itiraf edemediği şeyleri kendine itiraf edebilen cesur bir çocuktu Kingsley. Kimseye bulaşmıyor, işi şımarıklığa vurmadan eleştiriyordu. Ders vermiyor, bir şeyleri anlatmıyordu; Kingsley gösteriyor ve daha önemlisi hissettiriyordu. Dümdüz… Kendi içindeki koşulları satmaktan ziyade, paylaşıyordu. Başkası olsa Jim isimli karaktere ne ağıtlar yakar, statükoya ne söver sayardı; Kingsley zoru seçmiş, hatta Jim’e şanslı bile demişti. Bir noktada Öğretmen hanım Jim’in en büyük şansının Kignsley’in onun yazarı olması olduğunu bile düşünmüştü. Bulunduğu ortamdan rahatsız olan ama yine de oyunu kurallarına göre oynamaktan geri durmayan Jim’ler her yerdeydi ve şanslıydılar belki de. En azından bir süre daha oyunda oldukları için ya da ailelerinden büyük bir miras kaldığı için. Dante’nin cehenneminden daha korkunç olanı ya içinde bulunuğu oyunun kurallarını bilmeden oynamak hatta bu oyunda kazanmaktı; ya da oyunun kurallarını bilip de sahip olduğu şansın farkında olmamaktı. Eğer ilahi adalet size bir cehennem verecekse, bunu gibi “bilinçsizlik” üzerine inşa edilmiş bir ceza hem acı, hem acınası, hem de ciddi manada komikti. Bu cehennem daha karanlık ve David’in hayalini kuramayacağı kadar öğreticiydi belki de…

Sınav günlerinden daha beter bir şey varsa, ki var, o da sınav sonuçlarının açıklandığı gün olsa gerek. Düşük not alanlar en iyi ihtimalle üzülür, ya da bir adım öteye geçerek itiraz eder; yüksek not alanlar da mağrur bir edayla nispet yapar düşük alana. Hatta nispet yapmasa bile düşük not alan öğrenci yüksek not alanın her hareketini kendine yapılmış bir “nispet” olarak görür. Sınav sonuçları hep kötüdür. Ama en çok da öğretmen için kötüdür. Kendisine verilen yetkiyle, öğrencinin başarısına dönük skor vermek… Hep bir “acaba” kaplar içini; haksızlık etmekle anılmak ile hırsızlık yapmakla anılmak arasında çok da bir fark yoktur. Sınav sonuçlarının açıklandığı günleri sevmem ben de.


Öğretmen hanım notları okumaya başladı. Herkes sınıfı geçmişti. Hemen herkes puan kaybetmişti. Tabi ki Kingsley hariç…

Önerilen Okumalar: Divine Comedy – Dante, Changing Places – David Lodge, Lucky Jim, Kignsley Amis.

© 2025 by ZOR Dergi. 

bottom of page