Mayın Tarlası
Elleri hala yerde bulduğumuz yuvarlak, üstü toz bulutu ile kaplı ve kenarları yer yer yosun
tutmuş koyu sarı kutunun üzerinde gezinirken, karşımdaki adam bana bir soru yöneltti.
‘Nasıl hissediyorsun?’ Bakışlarını kaldırmamıştı.
Sanki biri boğazımdan en sevdiğim içkiyi döküyormuş gibi demek istedim.
‘Bilmem,’ kelimeleri döküldü sadece dudaklarımdan ‘korkuyorum ama mutluyum galiba.’
Yine de ekledim. İçimde tutmayı sevmiyordum böyle şeyleri çünkü.
Burası bir mayın tarlasıydı ve biz bir şekilde girmeyi başarmıştık. Ama nasıl kurtulacağımızı
hiç düşünmemiştim, gerçi benim görevim değildi bu ama onun bana inandığını hissettiğim
için kendime yüklemem gereken bir görev sanmıştım bunu.
‘Geldiğimiz gibi çıkacağız.’ Sanki düşüncelerimi okumuş gibi bana baktı ellerindeki kutu ile
yürümeye başladığında. İnsan zaten ölmek için yaşar, o yüzden rüzgar kaburgalarımı delse
de, yağmur ruhumu dağıtsa da pes edemedim. Onu ilk gördüğümde anladığım halde.
‘Tek başına taşıyamazsın, getir sana yardım edeyim’ diye bağırdım arkasından. Çok da
uzaklaşmış sayılmazdı ama beni duymazdan gelmesinden korktum, o yüzden avazım çıktığı
kadar haykırmak zorunda hissettim. Yine de beni umursamadan yürümeye devam etti, haklı
çıkmıştım. Keşke birkaç küçük sitem edebilseydim bu davranışlarına karşı.
Kaç saattir bu korkunç ormanda yürüyorduk bilmiyordum ama yine de sonuna yaklaştığımızı
hissedemiyordum bir türlü.
‘Şu çirkin koyu sarı kutunun içinde ne olacağını bana söyleyecek misin’ diye sordum yanımda
yürüyen kişiye. En başta çok sakin durmasına ve elindeki ağır gözüken kutuya rağmen hiç
yorulmamış olmasına rağmen attığı her adımla hem yaşlanıyor hem de nefes nefese kalıyordu.
‘Öğreneceksin’ dedi emir verirmişçesine.
Bu adam kimdi? Saatler öncesinde gelmiş olması gereken bu soru henüz zihnime düştüğünde,
daha uzun süre bu uzun ve çürümüş ahşap gibi gözüken köklere sahip ağaçlarla dolu yoldan
yürüyeceğimizi sezdiğim için kendi kendime cevap aramaya başladım. Bu kişiye sonsuz
güvendiğimi biliyordum ancak nedeni dürtüsel gibiydi, sanki yeni doğmuş ve annesinin sevgi
dolu bakışlarına kanarak ona bağlanan bir bebek gibi hissediyordum. Ama aramıza hayali,
keskin bir çizgi çekmişti ve katiyen onu geçmemi istemiyordu çünkü ona güvenmem kendisi
için kötü bir şeydi, ya da işlememem gereken bir günah.
‘Buradaki ağaçların hepsi sekoya ağacı’ dedi bir anda aramızdaki bu uzun süreli sessizliği
bozarak.
‘Sekoyalar çürümeye karşı dirençlilikleri ile bilinmezler mi oysa? Nasıl hepsinin gövdesi
istisnasız bu kadar çürümüş olabilir ki?’ diye sordum.
‘Belki de çok yağmur yağmıştır’ dedi yüzünü bana döndürerek. Şimdi ne kadar kötü durumda
olduğunu daha net görmüştüm. O da yanlış bir şey yapmış, ya da benim bu garipleşen halini
fark etmemden korkmuş gibi salise sürmeden yüzünü geri çevirdi.
‘İmkansız, kutunun üzerindeki tozu görmedin mi, neredeyse renginin sarı olduğunu
anlamayacaktım’ dedim kafamı sağa sola sallayarak. Omzunu silkti, umurunda olmadığı
belliydi. Soruyu soran o değilmiş gibi tekrar sessizliğe büründü bir anda.
‘En azından bir ucundan tutmama izin ver, çok yoruldun’ dedim ona hamle yaparken. Kendini
kenara attı, ‘Olmaz, zaten biraz sonra varacağız. Bu kutuyu benden başka kimsenin
taşımaması lazım’ dedi nefes nefese bir şekilde. Bu şekilde yolculuğumuzun sonuna
yaklaştığımızı anladım.
Patikanın sonundaki uçurumun kenarına geldiğimizde durduk, aşağıdan gelen çığlık seslerinin
kısa süre sonra kocaman dalgaların geniş kayalara vuran sesi olduğunu fark ettim. Deniz
seviyesinden çok yüksekteydik, yine de sanki sahil kenarındaymışız gibi net duyuyordum
sesleri. Ormandan henüz çıkmamıza rağmen sekoya ağaçları çok uzakta gözüküyordu şimdi.
İlk defa karşı karşıya kaldığımızda onun yüzüne daha dikkatli baktım o elindeki koyu sarı
kutuyu dikkatlice yere bırakırken, açılmasından kaçınıyordu sanki.
Adamın suratına gözümü kırpmadan bakarken nereden tanıdık olduğunu çıkartmaya
çalışıyordum. Ellili yaşlarının ortalarına henüz varmış gibiydi. Bana benzeyen ince ve içeri
çökmüş yanakları ve siyah göz bebekleriyle ailemden biri çıksa şaşırmazdım. Kenarlardan yer
yer dökülmeye başlamış dalgalı sarı saçlarına odaklanmışken kafamda bir şimşek çaktı ve
‘Baba…’ kelimesi döküldü dudaklarımdan.
Kafasını iki yana salladı gülerek. Sanki komik bir şey söylemiştim. Bir sonraki cümlesinin
alay olacağını biliyordum ancak babamın neden şu an bunu yaptığını anlamlandıramıyordum.
‘Çok isterdin değil mi baban olmamı, bu kutudakinin babana ait olmasını? Ya da bu yolu bir
hiç uğruna gelmiş olmayı? Ancak öyle içini rahatlatabilirdin, belki biraz da olsa.’ Olayları
hala anlamaya çalışırken verecek bir cevap bulamadım ve yaptığı her hareketi dikkatle
izlemekte buldum çareyi.
Sanki dünyanın en rahat koltuğu varmış gibi oturduğu yere iyice kurulurken aynı anda ellerini
kutuda gezdirmeye başladı. Açma yerini arıyor gibiydi ancak sonsuzluk gibi geçen birkaç
saniye sonunda pes etti.
Gözleri beni bulduğunda ne isteyeceğini anlayarak ‘Hayır’ diye çığlık attım sonunda neler
olduğunu az da olsa kavrayarak. Burada olmamalıydım belli ki. ‘Sen kimsin bilmiyorum ama
hayır, senin bu yükünü ben çekmeyeceğim’ haykırmaya devam ediyordum panik halinde.
Sanki kendimi bu korkunç sondan sakınıyordum. Karşımdaki bu kişi ise benim şu anda
yaşadığım duyguların tam tersini yansıtıyordu.
‘Ben senim’ dedi aynı sakinlikte devam ederek. Bu şok edici haber ile vücudumun kaskatı
kesilmesi gerekirken şaşırtıcı bir biçimde rahatlarken buldum kendimi, sonunda bazı
sorularıma cevap bulmanın inanılmaz hafifliği bedenimi ele geçirirken. ‘Yola çıktığımız
dakikadan beri bunu sen de biliyorsun, sadece kabullenmiyorsun. O yüzden kaçacak
bahaneler üretiyorsun. Üzerimizde yıllarca taşıdığımız bu yükü ben daha fazla
taşımayacağım. Bu kutuyu açacaksın’ dedi tekrar emreder bir ses tonunda. ‘Bu küçük oyun
içinde büyük adam olmayı artık kaldıramıyorum. Bugün bunu bitireceksin, ben de huzura
kavuşacağım’ dedi.
Söylediklerine bu sefer ikna oldum ve itaat ederek ilk defa elimi koyu sarı kutunun üzerine
koydum. Kilitli sandığım kutuyu tek parmağımla ittirerek açtığımda şimdi tamamen
yaşlanmış benin, uçurumun kenarında dikildiğini gördüm, o kadar güçsüz gözüküyordu ki en
ufak bir rüzgarda dalgalardaki çığlıklardan biri olacak gibi duruyordu ancak ona şu an yardım
edemezdim.
Şimdi tamamen açılmış olan kutuya çevirdim tekrar gözlerimi.
Yine ben vardım kutuda, ancak bu sefer daha küçüktüm. Yedi, belki sekiz yaşlarının
ortasında, saçları sarı ancak suratı duman isinden simsiyah olmuş bir halde duruyordum
karşımda. Anılar beni hiç yalnız bırakmazlar, çünkü kendimi o günü tekrar yaşarken buldum
anında. Hatırlamak istemediğim ancak her akşam hem rüyalarımı hem gerçekliğimi ele
geçiren o anıyla bir defa daha baş başa kaldım.
Yaşadığımız küçük köyde yazın da yavaş yavaş son bulmasıyla babam arka bahçenin uygun
bulduğu bir tarafında kullanılmayan eşyalarımızı yakmaya karar vermiş; annem, ben ve
henüz altı ayını doldurmamış minik kardeşim ön verandada son sıcak günlerin tadını
çıkarmak istercesine salıncakta sallanıyoruz. Minik olması gereken ateş yavaş yavaş babamın
kontrol edemeyeceği bir yangına doğru evrildiğinde babamın arka bahçeden annemin adını
feryat etmesiyle birlikte annem olanları hemen anlıyor. Bana kardeşimi alıp iki ev ötedeki
anneanneme gitmemi tembihliyor ve yardım bulmaya koşuyor mahalleye doğru dalarak.
Bense birkaç dakika daha salıncakta sallanmaya devam ediyorum soğukkanlılıkla, sanki olan
biten hiçbir şeyi kavrayamıyormuşum gibi. Oysa ki ne olduğunu adım gibi biliyorum. Küçük
kardeşim tedirgin olmaya ve ağlamaya başladığında bebek arabasından kucağıma alıyorum
yavaşça, düşürmemeye çok dikkat ediyorum çünkü biliyorum ki eğer böyle bir şey yaparsam
herkes, özellikle annem bana çok kızar. Yavaş adımlarla arka bahçeye çıkıyorum ve ateşe
doğru yürümeye başlıyorum kucağımda kardeşim ile. Ateşin alevlerine ve rüzgarla beraber
ettiği dans cümbüşüne doğru yürüyorum çünkü yapılacak tek doğru şey bu. Artık ateşi
tamamen kemiklerimde hissedene kadar yaklaşıyorum, arkada babamın bağırışını duyuyorum
ancak şimdi tamamen ateşin içinde olduğum için gelemiyor yakınıma, oysa ben nahoş sıcaklık
hariç hiçbir şey hissetmiyorum ki, ne kaçırdığının farkında bile değil babam. Ağlamaktan ve
sıcaktan yüzünün rengi kırmızıdan artık mora geçmiş kardeşime son bir kez bakıp sarılıyorum
ve sonra ellerimden bırakarak ateşe düşmesini izliyorum büyük bir huzurla. Birkaç saniye
sonra koşarak çıkıyorum ateşin içinden, gerisini sadece sesler ve kokular oluşturuyor.
Kardeşime son kez sarıldığımda aldığım süt kokusu, annemin kalbinden çıkan bir feryatla
ağlaması, duman isinin bu güzel yaz havasını kapaması, babamın bağırışları, komşuların ne
dediği belirsiz konuşmaları… ve karanlık.
Nefes nefese uyandım. Gözlerimi ovuştururken yatağımın sağ tarafında duran beşiğe baktım,
on beş sene olmuştu ancak ne annem ne de babam beşiği oradan kaldırmışlardı. Sanki, her
gün uyandığımda bu beşiği burada görmemi sağlayarak yaptığım şey için beni sessizce
cezalandırıyorlardı.
Az önce yaşananları yavaş yavaş hatırlarken göğsümün sıkıştığını hissettim ve kendimi evden
attım üzerime bir hırka bile almadan. Kışın ortasındaydık ve ben sıcağı ne kadar seviyorsam
soğuktan da bir o kadar nefret ederdim ama vücudumdaki adrenalin ve korku duygusuyla
durmaksızın sahil kenarına koştum.
Dalgalar anormal biçimde büyüyüp bütün kıyıyı yutarken, böyle gecelerde evden kaçıp
üzerinde saatlerce zaman geçirdiğim geniş kayanın üzerindeki bir şey dikkatimi çekti. Daha
yakından bakmam gerektiğini ne kadar bilsem de istemiyordum, sanki beni bir şey geri geri
çekiyordu. Yine de her adımda dalgalar üzerimi sırılsıklam ederken usulca oraya doğru
ilerledim.
Kayanın üzerinde henüz yeni temizlenmiş gibi duran koyu sarı bir kutu duruyordu. ellerimi
kafama götürdüm, yaşamımın son anlarını yaşarken, zihnimin yarattığı bu hayal dünyasında
kendisiyle hesaplaşma halinde gibi hissediyordum.
Sanki yıllardır beklediğim ama yüzleşmekten korktuğum son sahneydi bu.