Noelin Sıcak Büyüsü
1972. zihnimin en güzel yerinde konaklayan, 4 sene öncesinden olan bir anı. aile saadeti. potter
ailesi her zaman sevgi dolu, yiğit, ve insancıldı.
Babam, fleamont, muggleların dünyasında olan bir topluluktan gelmişti o ikindin üzeri. bu
topluluğa manav diyorlardı. hogwarts da ki ilk seneme başlamadan bir süre öncede, muggle
öğrencilerin gittiği okula giderek, onlar gibi öğretim görmüştüm. o yüzden onların dünyasıyla içli
dışlıydık, hatta artık bizim dünyamızda sayılabilirdi. bundan memnunduk.
elindeki iki poşeti, dudaklarından yorulduğunu belli eden mırıltılar eşliğinde masaya bırakırken,
annemin dudaklarına da bir öpücük vermeyi ihmal etmemişti. onların bu haline bakarken
gülümsemeden edememiştim. fakat babamın annemin de olacağı gibi, dinlenmesi ve dikkat
etmesi gerekiyordu. yaşıtlarımın anne ve babasına göre daha yaşlı oldukları için, onlar için
endişelenmem normaldi. bu gece yeni bir yıla girecektik. yeni yıla girme hazırlığı bizim ailede her
zaman heyecan vericiydi. annem ve babamın yaşı ne kadar ileri olsa da, her yıl aynı hazırlığı özenle
yapar ve dizleri ağrısa bile dinlenerek geceye kadar evi ışıl ışıl yaparlardı. büyü. bu büyü nelere
kadirdi, büyücü dünyasında olmak entrikayı ve neşeyi de beraberinde getiriyordu.
Baba, sen dinlenmeye koyulurken ben de şu bulmacayı getireyim?”
bulmaca. bilmece. muggleların dünyasındaki bilindik ve kağıt üzerinde olan oyunlardı. bir nevi
oyun sayılırdı. bizimkileri hiçe alırsak tabii. onlarda, özelikle orta yaşlı ve üstünün ilgilendiğini
biliyordum. biz de ise bütün aile ilgilenebiliyordu bazen.
yanımdan ayırmadığım asamı şöminenin üst yerinde duran kağıt parçasına doğrulttuğumda,
yerinden hareket ettirecek büyüyü mırıldandım dudaklarımdan. bu büyü hogwarts’ın ilk senesinde,
büyü dersinde öğretilirdi. bu sene görmüştük.
“wingardium leviosa!”
kağıt havalanıp usulca havada süzülmeye başlamıştı. babamın sesiyle bütün odağım birden
kesilirken o da kendini zemine bırakmıştı.
“getirmekten kastının ayağa kalkıp senin almanı zannetmiştim genç adam. büyüsüz, alamaz
mısın? bu sene birçok kişiye öğrendiklerini uygulamalı göstermişsin zira.”
dudağım sola doğru kıvrılmış, az önceki yüz ifademinin yerini pişkinlik ve biraz mahçupluk almıştı
ucundan. bu sene gördüğümüz tüm büyüleri, neredeyse hepsini, binamdaki arkadaşlarımıza,
profesörlere -evet mcgonagall’da dahil. büyük bir cezaya kalmıştık- koridordan geçenlere, ve de
slytherin binasının öğrencilerine göstermiştik. göstermiştik neticede, pekiştirmek önemliydi ama
onların bu durumdan pek hoşnut olduğunu sanmıyordum. çoğul olarak konuştuğum gibi, yanımda
sirius ve remus, peter vardı. sirius bana katılırken, remus sadece uyarıyor, peter ise zevkle
izliyordu.
yerdeki kağıt parçasına bakarken, bakışlarıyla beni ölçen ve bir cevap bekleyen babama
dönmüştüm aniden.
“bay potter! şu andan itibaren bana ne yapacağımı söylediğiniz için benim tarafımdan lanetmiş
bulunuyorsunuz!”
asamı tekrardan küçük ve tıfıl olan parmaklarımın arasına alıp babamın burnunun ucuna doğru
tutmuştum. o bundan keyiflenir gibi, kıkırdamalar sunuyordu tok ve boğuk olan büyük sesiyle.
“gülün efenim! bu son gülüşünüz olacak! iyi gülün! iştee! wingardium leviosa!”
babamın gözlüğü büyülü sözcük sayesinde burnunun kemerlerinden havalanırken, muziplikle
kıkırdıyordum.
“seni şakacı. demek savaş başlatıyorsun? bunu sen istedin.”
babamın sözsüz büyüsüyle ayaklarım yerden kesilirken kendimi birden havada bulmuştum.
dengemi kaybettiğim gibi, boşlukta öylece süzülüyordum. az önceki kıkırdamalarım daha da
artmıştı. saçlarım alnıma yapışmış, ters durduğum için yüzüm kıpkırmızı olmuştu. bir de gülmek
böyle daha zordu elbet. dilim içime kaçacak diye korkuyordum ama gülmekten
umursayamıyordum. annem yarı endişeli yarı gülünç bir ifadeyle yanımıza yaklaşıp babama
sırasıyla nazik bir şekilde uyarılarını sayıyordu. bir yandan da pencereden dışarıya bakmayı ihmal
etmiyordu.
“fleamont! çocuğu yere bırak, bir yerine bir şey olacak şimdi! fleamont! ah, kime diyorum... muggle
komşular görecek! fleamont! çocuk musun!”
şimdi hatırladığım ve sizin de okuduğunuz üzere o kadar da nazik uyarmamış. aslına bakarsanız
nazikti, sadece sesi öyle gözükmüyordu...
günün ilerleyen saatlerinde vakit artık akşam üstünü geçmişken şöminenin dinlenmeden yanması
tüm odayı hatta evi kendi sıcaklığına hapsetmişti. annemin yaptığı sıcak yemeklerden yedikten
sonra bir de oturma köşemize geçince midemize balkabağı tatlısı ve kıvamı biraz yoğun, çok ağır
olmayan ama şekerli bir içecek indiriyorduk. kahve tonlarındaki koltuklarda, dizlerimizde turuncu
battaniyelerle oturuyorduk. çıt, çıtırt. çıt. çıtırtt. işte kulağı tırmalamayan hoş bir sesti bu
şömineden gelen.
4-) “soldan aşağı. resimdeki ünlünün adı. 12 harfli.” babam dikkatle bulmacanın ortasındaki resmi
olan kişiye kesilmişti. onun yanına sokulmuş, düşünür gibi yapıyordum ben de. muggle
dünyasında, şarkıcı ve çok ünlü olan birisi. buraya kadar tahmin ediyordum peki kimdi bu kişi?
annem bizden olan tarafa seslendi tekli koltuğunda babamın manavdan getirdiği elmayı keserken.
“ben de bir bakayım.” bilemeyince tekrardan ilgi odağına döndü. elma, portakal ve bıçağa.
“elvis presley yahu elvis presley!”
babam biraz geç bulmanın ama sonunda bulabilmenin sevinciyle homurdanırken, kare kare olan
kutulara yazmıştı az önde söylediği ismi. ben ise alkışlayarak ona ayak uydurmuştum. kağıt
parçasına tekrardan dikkat kesildiğimde, babamdan önce bir şeyler bulabilmenin umudu
içindeydim. içimden hızlıca okumaya koyulmuştum. “kilometre, kısaca.”
“buldum buldum! kilometre kısaca iki harfli olan şey km olacak! ben buldum! ben!” babam
gülümserken kağıt parçası ve normal kalemi bana uzatmıştı, annemde içtenlikle gülümsüyordu
kendi kendine. “yaz bakalım o zaman genç adam.” harfleri kutucuklara yazarken gururumu
okşayacak bir şekilde gülümsemiştim. babam kadar olmasada ben de bir şeyler yakalıyordum bu
oyun işlerinden.
5-) annem portakalın kabuklarını özenle soymuş ve ortasından keserek ikiye ayırmıştı meyveyi. hep
dile getirirdi, ben öyle severdim.
“al bakalım güzelim. sen böyle seversin.”
annem yarım olan portakalın birisini bana uzatırken bulmacadan kafasını kaldırıp kime dile
getirildiğini görmeyen babam konuşmuştu.
“ver bakalım, nasılmış.”
annemle göz göze geldiğimizde gülerken babam kafasını kaldırdığında bizim halimize ve
kendisinin yanlış anlamasına tatlı bir halle gülmüştü.
“james’ı kasıt etmiştim ama sana da var fleamont.”
portakalın bir diğer yarısınıda ona uzatırken mutluluk ve sevinçle, portakaldan koca bir ısırık
almıştım. anında bütün dudaklarım, parmaklarım ve üstüm portakaldan çıkan su olmuştu.
parmaklarımdan akan portakalın suyunu üstüme silerken iştahla yemeye devam ettim. annem bir
şey demiyordu. ona ve babama göre evde dilediğimce hareket edebilir ve davranabilirdim. bir yaşa
kadardı tabii. o yaşta hala küçüktüm.
portakalın beyaz yerlerine geldiğimde yüzümü buruşturarak pencereye yönelmiştim.
“james, nereye tatlım?”
“bir yere değil anne.”
“euphemia, şu bulmacaya bir baksana...”
portakalın beyaz sert yerlerini hiç sevmezdim. portakal, oraya gelene kadardı bana göre. kabuk
desen değildi. iç yerde olan bir kabuk olmazdı. hem tadıda biraz tatsız, acı bir şeydi. elimdeki
beyaz yeri yapabildiğim kadar uzağa, yan komşumuzun evinin bahçesine fırlatmıştım. bizim
bahçenin çitlerini geçtiğinden emin olunca pencereyi kapatıp anne ve babama tekrardan
dönmüştüm. fakat onlar çoktan bana bakıyordu zaten. suç üstü yakalanırcasına, ellerimi kaldırıp
dudaklarımı büzmüş gülümsüyordum.
“evde çöp olmasın dedim. o komşuları sevmiyorum zaten. kendilerini bir şey sanıyorlardı.”