top of page

SANDALYELER

Karanlığa rağmen görebilmenin acısıyla kolundaki iki varlığa kendini teslim etmiş, onların çekiştirmelerine gerek kalmaksızın, sanki nereye götüreceklerini biliyormuşçasına takip ediyordu. Acıyordu görmek, çünkü karanlık yorgunluğun dostuydu onun nazarında. Karanlıkta görmek, karanlığı görmek demekti aynı zamanda. Karanlığa bakan göz acır; karanlık bakan göz acıtır nihayetinde.

Bir anda bu karanlığın içinde bulmuştu kendini. Öncesinin bilgisine sahipti, ancak tecrübesine dair şüpheleri vardı. Bütün bilgiye sahip gibi hissediyordu, ama hiçbir şeyi anlamıyor gibiydi de… Mevzu anlamsa, ona sahipti. Anlam vardı ve onunla yürüyordu. Mevzu bilgi ise, o da ziyadesiyle mevcuttu. Ama bir şey eksikti. Yanındaki varlıkların -yaratık demek istemiyorum, zira biraz aşağılar gibi olacak; bunlar işinde gücünde, tahakküm ile güven hislerini aynı anda teskin eden “varlıklardı”.- ne olduklarına dair bir fikri yoktu. Büyük ihtimalle zebaniydiler. Onlara dair tek bildiği şey orada olduklarıydı. Bu mekanda -Mikhail Bakhtin’e inat olsa gerek- zaman yoktu. Zamansız mekanda, ışığın olmadığı mekanda, zamandan ve ışıktan bağımsız acılar… Nerede olduğunu biliyordu, ama birtakım şeyler eksikti.

Sonunda bir beyaz sandalye gördü. Her birinde çıplak gözle en usta marangozun fark edemeyeceği küçük farklara sahip sayısız sandalye, devasa bir salonda muhteşem bir sırayla duruyordu. Bu dizilimi muhteşem kılan ise, iki sandalye arasındaki mesafenin başka hiçbir iki sandalye arasında bulunmaması idi. Farklı ama aynı sandalyeler, dağınık ama düzen içinde duran sandalyeler… Hepsi beyazın birer tonu… Bir beyaz kaç farklı şekilde olabilirdi ki? Karanlığın içinde, beyazın tonları daha net görünüyordu. Demek ki beyazın ışıkla bir alakası yoktu.

Sandalyelerin tamamı aynı yöne bakıyordu. Biri hariç. Ona oturması gerektiğini biliyordu bizimki. Öyle de yaptı. Zamanın olmadığı mekana uygun biçimde, aynı anda, -ki bu an bin yıllar da sürmüş olabilir, milisaniyeler de- karşısındaki sandalyelere birileri oturdu. Her biri kendisinin aynıydı ama tıpkı sandalyeler gibi onlarda da çok küçük boyutta muazzam farklar vardı. Artık cezasını da biliyordu. Hesap soracaklardı ona.

İçerisi sıcak veya soğuk değildi. Ama hem sıcağın kavurucu hem de soğuğun dondurucu acısını aynı anda yaşıyordu. Bu, dünyadaki tasvirlerden farklıydı aslında. Salt acı, aynı anda binlerce acı… Ama daha da acıtanı karşısında duran bir sürü sandalye ve üzerindeki “kendileri” idi. Hepsi soran gözlerle ona bakıyordu. Soru belliydi elbette, günlerce açıklayabilirdi de. Ancak soruya cevap verememek acısı da değildi söz konusu olan. Sorunun varlığı, sorunun sorulacak olması… Bu onu resmen boğuyordu. Karanlığın acıtıcı görüntüsü, sıcağın bunaltıcı etkisi, soğuğun ağrılı ısırışı bir tarafa; sorulara cevap verme zorunluluğu bir tarafa…

Tıpkı sandalyeler ve üzerlerinde oturan kendileri gibi, soracakları soru da özünde çok küçük farklara sahip, ama her biri diğerinden çok farklı sorulardı. Biliyordu o soruları ve cevaplarını. Cevap vermeye hazırdı, ama sorulara hazır değildi. Kendilerinin yüzlerine baktı. Her biri birbirinden farklı bir ifade takınıyor ama hepsi temelde onu aşağılıyordu. Farkların yarattığı teklik, onu içine çekip yok ediyordu resmen.

Sonra yine bin yıllar ya da bir milisaniye süren bir anda, herkesin bir tek kendisine baktığını ve bu sayede her birinin diğerlerine de baktığını fark etti. Aynı anda sadece ona bakıyorlardı, ama tam o anda salondaki herkes birbirine de bakıyordu. Her bir kendi başka bir kendine baktığında her biri için aynı hisleri çok küçük farklarla hissediyordu. Mantıklı düşündüğümüz zaman, sadece kendine bakanları görüyordu, kendisinin kime ne gözle baktığını göremiyordu. Bunu en baştan beri biliyordu. Sadece yargılanmıyor, aynı zamanda yargılanıyordu. Sadece acı çekmiyor, acı çektiriyordu.

Derken o malum soruyu sormak geldi aklına. Evet sormalıydı. Gözlerindeki parlama, diğer gözlerdeki parlamalara karışarak bir galaksi oluşturdu. Bu bir an civarı sürdü. Sonunda soruyu soracak ve bütün acıları bitirecekti. Belki de büyük bir patlama… Ya da bir kutsal nefes… Ne olacağını biliyordu, ama yine bilmeden açtı ağzını. Tüm salon aynı anda açtı, ama her biri ufak farklarla… Her biri birbirinden çok ufak farklarla aynı soruyu soracaktı. Koskoca bir an geçti.

Derken sessizlik…

© 2025 by ZOR Dergi. 

bottom of page