Sonsuz Duyguların Doruğu: Aşk
Duygularımı köreltti. Evet, aşk benim duygularımı tamamen köreltti. Dünyaya geliş amacımın sadece âşık olmak olduğunu düşündüğüm onca zamanın ardından aşkın başıma gelen en büyük felaket olduğunu anlamam beni büyük bir girdaba hapsetmişti.
Onun gözlerinde bulmuştum aşkı; onun saçlarında aramıştım sevgimi ve onun o eşsiz vanilya kokan teninde düşlemiştim tenimi. En sıcak havada bile üşümenin bir yolunu bulur hemencecik üşürdü narin bedeni. Ellerini ısıtmak için tuttuğumda benim ellerim buz keserdi. “Aşkım” derdim, “benim bir hiç olan aşkım ısıtmıyor mu içini?” Bana öyle masum bakar öyle temiz duygularla beni kendine çekerdi ki hemencecik anlardım bana kırıldığını. Ona, onu sevdiğimi söyler ve kocaman sarılırdım, tüm ruhumla sarılır, onu hiç bırakmazdım. Doya doya içime çekerdim onun kokusunu. Bulunmaz hint kumaşı sayardım onun kokusunu. Sadeliğin temsilcisi vanilya gibi kokardı. Yine bir gün üşümüştü. Onun için çantamda taşıdığım ceketimi çıkartıp hemen giymesini istedim. Başlarda biraz naz yapsa da sonrasında titrediğinin o da farkına vardı ve teklifimi kabul etti. Ceketimi giydiğinde içinde kayboldu, sanki devler ülkesinden gelen bir ceketti bu onun için. Yürürken fark ettim ki hala üşüyor; hemen durup karşısına geçtim ve birazcık gözlerine baktım. O da o eşsiz gözlerini benim gözlerime değdiriyordu şimdi. Ondan yukarı bakmasını istedim, başlarda ne olduğunu anlayamasa da söylediğimi yaptı. Boynundan öpmek geçti birden içimden. Kıyamadım. Onun zarif ve nazik tenine benim kaba ve rüzgârdan çatlamış dudaklarımın değmesini istemedim. Ona zarar vereceğimden korkup bu isteği içimde bir süre daha tutmak üzere zihnimin derinliklerine yolladım. Sahi, annem de beni hep boynumdan öperdi. Küçüklüğümden beri en sevdiğim şeydi boynumdan öpülmek ve şimdi onu en sevdiğim şey ile süslemek istiyordum ama zihnim buna izin vermiyordu.
Yukarı baktığı esnada hemencecik ceketin fermuarını ilikledim ve onun daha fazla üşümesini engelledim. “Bak ne güzel, işte şimdi kapalı kutu oldun” dedim ona. Bu kadar saçma ve gereksiz bir espriye kim gülerdi ki? O güldü. O buna çok güldü ve sonrasında bu “kapalı kutu” aramızdaki bir espriye dönüştü. Bir yandan yürüyor, bir yandan da konuşuyorduk. Konuşurken öylesine kendisini kaptırıyordu ki bir yerden karşıya geçecek olun, eğer siz onu tutmazsanız kendisini doğrudan arabaların önüne atıp sizi korna orkestrasıyla baş başa bırakırdı.
Koluma sıkı sıkı sarılsın isterdim bu yüzden. Herhangi bir dalgınlığında hemencecik müdahale edeyim ve onu koruyayım. Belki korumama ihtiyacı yoktu evet ama içimdeki ses onu bir bebek gibi muhafaza etmem için yalvarıyordu bana. Onu seviyordum işte. Sevmek buydu bana göre. Bütün bir kaldırım bozuk olduğundan giydiği topuklular onu bir hayli yoruyordu. “Bir daha asla topuklu giymeyeceğim” deyip gözlerimin içine bakıyor benim tepkimi merak ediyordu. Oysa ben, o benim gözlerime baktığı anda kendimden geçiyor, tüm varlığımı onun önünde soyunup öylece kalakalıyordum ve onun karşısında bu çıplaklığımdan dolayı utanıyordum. Onda bana ait bir şeylerin olduğunu hissediyor, bir yerlerde kendimi arıyordum.
Maalesef ki evine gelmiştik ve onu artık bırakmam gerekiyordu. Geçen gün parmağını kesmişti ve evinde yara bandı olmadığından yakınmıştı. Onun için yara bandı almıştım çoktan. Eve gireceği için ceketimi çıkartıp bana vermişti; şimdi ceketin koruması sona ermiş, soğuk ise bundan faydalanarak meleğimi daha çok üşütmek için saldırmaya başlamıştı. Son kez olduğundan habersiz sıkı sıkıya sarıldık birbirimize. Yanaklarını yanağımda hissettiğimde öylesine huzur doldum ki, o an dünya yerle bir olsa, yerçekimi ortadan kalksa, tam tepeme uçak da düşse sesim çıkmaz öylece olduğum yerde beklerdim. Sarıldıktan sonra geri çıkacakken sanki onun cebinde bulmuş gibi yaparak ona aldığım yara bandını verdim. Çok sevindi ve de şaşırdı. Onu sevindirmek benim temel hayat gayem değil miydi? E öyleyse işte hayat gayemi yerine getirmiştim. Şimdi mutlu ve huzurlu bir şekilde ölümü beklemeliydim.
Tam eve girecekken bana “yukarı bak” dedi. Onun dediği her şeyi efendisinin verdiği emri yerine getirmeye çalışan bir köle gibi yapmaya çalıştığımdan hemen yukarı baktım. Bir şeyler yapmasını beklediğim için öylece durdum ve bekledim. Bir anda boynumda sıcaklık hissettim. Bu sıcaklık öyle bir sıcaklık ki dostlar; beni ben yapan şeyin asıl kaynağı bu olmalıydı. Eğer inançlı birisi olmasaydım bu sıcaklığın yaratıcıdan geldiğini savunur herkese kendimi inandırabilmek için yıllarımı verir ve bir köşede o sıcaklıktan mayhoş olarak ölüp giderdim. Tenimi soyunup bir tablo olarak yıllarca sergileyebilirdim; işte derdim, işte bu gördüğünüz sanatın ta kendisi, varlığımızın en net göstergesidir bu. Kendimden geçmiştim. O cennetten inme dudaklarla şereflenmiş, bu dünyadaki zamanımı doldurmuştum. Benim için seneler gibi geçen o birkaç saniye çoktan olup bitmiş, o ise utancından hemencecik evine girmişti. Bir daha bu anın yaşanabilmesi için çok şeyden ödün verebilirdim. O gitmiş, onun giydiği ceket kalmıştı geriye.
Eve döndüğümde ise o ceketi saatlerce kokladım. Her kokladığımda karşımda canlı kanlı bir insan vardı. O vanilya kokusu tüm masumiyetiyle bir insan olarak karşıma dikiliyor ve beni teskin ediyordu. İçimden taşan aşkı en iyi o anlıyordu. Ceketimi o günden sonra bir daha hiç giymedim. Normalde asmaya bile tenezzül etmeyip sağa sola fırlattığım ceketim artık dünyadaki en önemli eşyam oluvermişti. Onu, yarın sabah bayramı bekleyen bir çocuk neşesi ve heyecanıyla başucuma koymuş ve öylece uyuyakalmıştım.
Aradan zaman geçip de bugüne geldiğimizdeyse o artık yoktu. Dünyadaki vazifesini tamamlamış ve artık cennetteki yerine gitmişti. Tanrıya çok fazla kez sordum “neden? Neden birden onu benden koparıp yanına aldın?” hiçbir cevap gelmedi. Belki de böyle olması gerekiyordu bilmiyorum. Bilmemek de garip gelmeye başlamıştı o gittiğinden beri. Onun varlığında en sevdiğim kelimeydi “bilmiyorum”. O gittiğinden beri hiçbir kelimemin tadı kalmadı. Her biri öylece etrafa savrulan garip parçalardan ibaretler artık.
Ve ben… Ben bugün son kez ceketimi koklayabildim. Artık ceketimde ondan izler kalmamış, onu hatırlatacak şeyler birden ortadan kalkmıştı. Ceketim artık tüm güzelliğini ve eşsizliğini kaybetmişti. Onun için canımı verebilecekken o kendi kokusunu yitirmişti. Belki de ben çok koklamıştım bilemem ama onun kokusunun gitmesini istediğimden değildi onu bu kadar koklayışım, onu çok sevdiğimdendi. O artık yoktu. O masum vanilya artık kirlenmiş, bozulmuştu. Benim için zarifliğin ve muhteşemliğin kaynağı olan o masum vanilya artık benim için yoktu. Benim için hiçbir değeri yoktu. Beni iyi hissettirmişti. Çok iyi hissettirmişti. Ama şimdi beni öylece bırakmış ve başka tenlere sinmek için beklemeye koyulmuştu. Onu özlemiştim. Saçmalıyordum. Kendimde değildim. Karmakarışıktım…