Sparta
Atina ve Sparta, tarihin en büyük düşmanlarıydı. Birbirlerini görseler, en iyi ihtimalle kılıçlarını çeker, en kötü ihtimalle birbirlerinin şehirlerini yakıp yıkarlardı…Persler gelince, bir anda düşmanlar bir araya geldi. Neden mi? Çünkü başka şansları yoktu. Eğer Persler gelip tüm Yunan dünyasını tehdit etmeseydi, muhtemelen Atina’yı işgal edip, bir yandan da bizim anavatanımızda daha fazla zeytin ekmeye çalışıyor olurduk. Ama kaderin garip bir mizah anlayışı var.
Bir gün, Leonidas birdenbire hepimize, “Hadi Atinalılarla birleşelim, düşmanımıza karşı savaşalım!” dedi. Spartalılar hemen protesto etmeye başladı: “Onlar tiyatrocu! Bizim işimiz savaşmak, sahne şovu yapmak değil!” Perslerin sayısını duyduğumuz an herkesin gözleri parlamaya başladı.
Ve işte buradayız, Termopylae’de. 300 kişi, karşımızda ise milyonlarca Pers askeri. Savaş mı? Evet, belki de... ama bir yanda insanın kafasında bu kadar büyük bir orduyu, nasıl bu kadar hızlı büyüdüklerini düşünmeden durmak gerçekten zor. Şimdi ise, “Her şey yolunda mı?” diye sormak bir fark yaratmazdı.
Bir ara, “Abi, yanlış anlamayın ama biz burada öleceğiz, değil mi?” dedim. Ve o anda Spartalılar hep birlikte bana döndü. Gözlerinde o meşhur “ölümden korkmayan çelik adamlar” bakışları vardı. Her biri, sanki “Evet, öleceğiz. Ama öleceğimiz yer çok şık olacak!” diyormuş gibi. Leonidas bile gülümsedi. “Korku mu? Biz Spartalıyız! Korkmak? O, başka insanların işi!” dedi.
Farklı bir şey vardı biz Spartalılar, kahramanlık adı altında bir anlamda ölüme koşuyorduk.
O sırada bir Pers elçisi yanımıza geldi, barış teklif etti. “Büyük Kral Xerxes, sizi affetmek istiyor. Eğilin, o da sizi bağışlasın!” dedi. Bir yandan düşündüm, “Eğilmek mi? Bizim en son dizlerimiz, geçen hafta çorap giymeye çalışırken büküldü!” Ama sonra birden Leonidas’a baktım. Yüzü, tahta gibi sertti.
"Biz Spartalıyız. Eğilmek mi? Bizim dizlerimiz sadece savaşa bükülür. Bizim affedilecek bir şeyimiz yok!" dedi. Elçi, şaşkın bir şekilde geri çekildi ve "Bu saygısızlık cezasız kalmayacak!" diye bağırarak Pers ordusuna haber verdi. Bizimkiler hemen mızrakları ve kalkanları alıp sıralandılar. Ben ise, “Gerçekten savaşmaya mı başlıyoruz?” diye içimden geçirdim.
Ve sonra savaş başladı. Her şey aniden bir kaosa dönüştü. Zihinlerimizde sadece bir şey vardı: Hayatta kalmak. O an, geçmişin ve geleceğin tüm ağırlığı üzerimize çökmüştü. İçimden bir düşünce geçti: "Bir şeyin sonu, aslında hiç bilmediğimiz bir başlangıç olabilir." Belki de, bu savaşın tek gerçek anlamı, savaşmakta bulduğumuz anlamdandı.
Savaş bittiğinde, hepimiz ölüydük. Ama kahraman mıydık? Hayır, sadece bir araya gelmiş bir grup insandık. Bizimle ilgili hiçbir destan yoktu, sadece bir grup insanın, zamanı ve kaderi nasıl küçümseyebileceğine dair bir anı vardı. Bazen, doğru ya da yanlış demeden, yalnızca hayatta kalma içgüdüsüyle hareket etmek gerekir. Ama bu savaşta ölenler, kahramanlıklarıyla değil, ölümlerinin ne kadar anlamlı olduğunu hatırlatırlar. Onlar, sadece bir sistemin, bir savaşın, bir dönemin kurbanlarıydı. Ama bir gün, belki de kimse hatırlamayacak; yine de bir şey vardı, bir iz bırakan bir şey – belki de sadece savaştık, ama en nihayetinde, hayatta kalmak değil, o anın içinde var olmak, insanın sınırlarını test etmekti gerçek anlam. Savaş, sadece bir çatışma değil, insanlığın direncini ve kararlılığını kanıtlama fırsatıdır; çünkü her zaferin, her yenilginin arkasında, insanın kendini yeniden tanıması ve yeniden şekillenmesi yatar.