Yeni Hayatlar Sadece 75 Kuruş
Geçen hafta bir sabah şifacı olarak uyandım. Saat 10’da gözlerimi açtım ve kendi kendime dedim ki “Kimin ne derdi varsa bana gelsin. Delisini, hırsızını, rahibini, politikacısını, orospusunu, aşığını—kim varsa hepsini çağrıyorum” dedim. Dört bir yana haber yolladım, “iletin herkese” dedim “75 kuruşa sizi toparlayacağım, yepyeni bir insan olacaksınız!”. Uzak ülkelerden insanlar, ayağıma kadar geldiler bana dertlerini anlatmak için. Bu fırsat kaçmaz dediler; uçaklara, gemilere atlayıp geldiler. Cuma gün doğumundan Cumartesi gün doğumuna kadar bana yakınmak için kuyruklara girdiler. Cumartesi gün batımında sıkıldım artık. “Siz de ne dertleymişsiniz be kardeşim!” dedim ve bu işten istifa ettim.
Pazar sabahı aniden kaşif olarak uyandım. Gözlerimi açtığım gibi dedim ki “görmem gerek, kaybolmam gerek, uydurmam gerek”. Topladım valizimi, yola çıktım. Bir kavanoz dolusu 75 kuruşlarımla Ücristan’a bilet aldım ve trene bindim.
Bir gölün yanından geçtik, bakınca bir sürü ördek gördüm, en az 20 tane vardı. Sonra arka koltuktan bir erkek sesi işittim. Birisi diyordu ki, “Ördek değil bunlar, ördeklerin kısa boyunları, küçük gagaları vardır.” Başka bir ses buna yanıt verdi:
“Eğer ördek değillerse, bunlar nedir ki o zaman?” İlk adam kendine güvenerek (biraz da aşğılayıcı bir ses tonuyla) “Bunlar, değerli öğrencim, kazlar” dedi.
“Kazlar büyük hayvanlardır, uzun boyunları, büyük gagaları vardır” diye anlatmaya devam etti. “Olur mu? Efendim, onlar kaz filan değildi” diyen üçüncü bir ses duydum sonra. Bu, öğretmenin hiç hoşuna gitmedi ama, sinirli bir sesle dedi ki
“Neymiş o zaman? Bu kadar biliyorsanız siz anlatın!”
“Efendim, bu kuşlar yeşildi, ördekler yeşil olmaz mı?”
Bundan sonra tırnak ucu kadar kısa ve keskin bir sessizlik oldu. Ve dördüncü biri konuşmaya başladı.
“Evet, siz hiç yeşil kaz gördünüz mü? Ben katılıyorum Adores Bey’e. Kesinlikle kaz değillerdi!”
Öğretmen adam, Adores Bey’e cevap verdi:
“Yahu, bu kadar büyük ördek olmaz diyorum. Benden daha iyi mi bileceksiniz?”
Ben bu sırada inekleri izliyordum artık. Neticesinde, artık gölden uzaklaşmıştık ve bu kaz ya da ördek kuşlar gözden kaybolmuştu. Niye tartıştıklarından pek emin değildim ama anlamlandırmaya çalışıyordum. Ne de olsa bir kaşiftim ben. Ama konuşmaya beşinci bir ses daha katılınca başka bir vagona oturmak üzere yerimden kalktım.
Geldiğim vagon sessiz bir vagondu. Camlarda işaret parmağını büzüşük dudağına götürmüş bana sessiz olmamı söyleyen silüetlerin resimleri vardı. Yolcular sadece pencerden geçtiğimiz yerleri izliyorlardı. Ben de öyle yaptım. Sonra sıkılıp biraz dergi okumayı denedim; Midem bulandı. Saati bilmek istedim; Saat yoktu. Karşımdaki hanımefendiye kısık bir sesle “pardon” dedim ve saati sordum. Cevap vermedi, bana bakmadı bile. Karşı tarafta oturan beyfendiye saati sordum, o da aynısını yaptı. “Allah Allah, duymuyolar mıydı beni?”
Adama “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordum bu sefer. Tık yoktu, beni görmüyor, duymuyordu sanki. “Tren yolculukları ne kadar rahatlıcı, öyle değil mi sizce de?” diye devam ettim. İnan bana çok aklım karışmıştı sevgili okur. Sesimi biraz daha yükselterek “Şehirden uzaklaşıp, doğayı görmek iyi geliyor insana” dedim. Hala yüzünü bana çevirmiyordu.
“Buralar kurudu sanıyordum ben, yağmurlar artmış demek ki.”
“Bunlar kaz galib-” tam göldeki kuşları işaret ederken karşımdaki kadın bana bakıp “şşşş” diye böldü beni ve penceredeki silüeti gösterdi. Etrafa göz atınca herkesin bana korkulu gözlerle baktığını gördüm. Herkes beni duymuştu aslında. Kadın bileğimi sıkıca tuttu ve beni uyarırmışçasına penceredeki silüeti gözleriyle işaret etti. Artık yetmişti bana ama, saçmalığın daniskasıydı bu. Valizimi alıp yemek vagonuna geçtim.
Bu vagonda insanların sohbet ettiğini görünce rahatlamıştım. Yolcular nefis kokan yemekler yiyor ve kahkalı sohbetler ediyorlardı. Genç bir kadına gidip “Pardon” dedim “saati biliyor musunuz acaba?” Gülümseyerek cevap verdi: “Aa tabii ki, hemen bakayım”. Kadın tam kolunu sıvayıp bana saati söylemek üzereyken tünele girdik. Etrafın kararmasıyla kadının çığlık atması bir oldu. Kadını sakinleştirmek istedim ama vagondaki herkes bağırmaya, çığlık atmaya başlamıştı artık. Tabakların düştüğünü duyar gibiydim. Ne yapacağımı bilememiştim ta ki her tarafa dökülen yemeklerden birinin yüzüme sıçradığını hissedinceye dek. Apar topar kendimi attım o vagondan ve çıktığım koridorun bir köşesine kafamı valizime koyup gözlerimi kapadım. Yorulmuştum. Gözlerimi açtığımda tünelden çoktan çıkmış, hatta varmak üzereydik. Lakin benim hiç keyfim kalmamıştı artık, aynı trenle geri döndüm. Dönüş yolunda da kendi kendime “kaşiflikten istifa ediyorum” diye düşündüm.
Trenden indiğimde aklımdaki tek şey hızlıca evime gitmek ve sıcak bir banyo yapmaktı. Leş gibi yemek kokuyordum. İstasyondan evime doğru yürürken bazı şeyler farklı hissettirmişti ama parmağımı koyamamıştım, sanki bütün sokaklar bir milim kaymış gibiydi. Bu his her adımımla artmaya devam etti. Sokaktaki yabancı yüzler bana beni tanıyormuşçasına bakıyordu. Meydana varınca, kalabalık bir grup yakama yapıştı bir anda. Hepsi bir ağızdan bağrıyorlardı. Ne istiyorlardı ki benden? Kimdi bu insanlar? Sonra uğultuda duyduğum bir kelimeyle yerine oturdu her şey, “kuruş” demişti biri. Sonunda ne olduğunu anlamıştım. İnanmayacaksınız, orospular aşık olmuş, deliler politikacılığa başlamış, rahipler hırsıza dönmüştü. Bu insanlarsa benden 75 kuruşlarını geri istiyorlardı!