top of page

Yok Olmak

Her şey çok ani gelişmişti. İçinde bulunduğu süreç sanki aylar değil, saniyeler sürmüştü. 5 ay önce arabadan inişiyle şu an çantasını toparlaması arasında olsa olsa 5 dakika vardı, yani kalbi ona böyle söylüyordu. Bir inkârın pençesindeydi ve kime, neye inanıp inanmayacağına karar vermek zorundaydı. Yıllardır sesini dinlediği kalbine mi inanmalıydı, yoksa şu yenilmez, yanılmaz takvime mi? Tedirgin, buruk ve kararsızdı ama yapacak bir şey yoktu. İstemese de, gönlü elvermese de takvime inanmak zorundaydı. İşin aslı, her ne kadar boyun eğmiş olsa da, kendine yakıştıramıyordu bu hali. İstemeden yaptığı şeyler onun hayatını özetler olmuştu son zamanlarda. Unutuyordu, karıştırıyordu, döküyordu, saçıyordu, kaybediyordu ve içten içe yok oluyordu. Evet, durumu en iyi böyle açıklanabilirdi, yok olmak. Onun nezdinde var olmanın tek yolu sevmek ve hatırlamaktı, fakat o bu ikisini de layığıyla yerine getirmekten yoksundu son zamanlarda. Sevdiği insanların ismini hatırlayamıyordu, torunlarına ünlü su böreğini pişiremiyordu, çünkü tarifi unutmuştu. Ondan annesine kalan tarifi unutmuştu ve diğer hiçbir tarif onun yerini tutmuyordu. Peki ya tavukları? Gerekince gelincikler saldırmasın diye başlarında sabahlara kadar nöbet tuttuğu tavukları? Onlar da gitmişlerdi. Çocukları artık onun tavuklara bakamayacağına karar verdiğinden onları komşuya satmışlardı. Beyninin koruduğu nadir anılardandı tavukları. Onları özlüyordu ama yemlerini vermeyi, kapılarını kapalı tutmayı unutmayacak sahipleri vardı artık, içten içe gönlü ferahtı.
​Kapının arkasından kimliğini ayırt edemediği sesler gelmeye başlamıştı. Acele etmesini söylüyordu sesler. ‘’Acele etmek… Ne gereksiz bir eylem’’ diye geçirdi içinden. Bavulunu yalnız bir şekilde toplamıştı. Artık evlatları izin vermiyordu yalnız kalmasına, tek başına bavul hazırlamasına ama bir çocuk gibi mızmızlanınca mecbur kalıp izin vermişlerdi. Unuttuğu bir şey var mı diye düşünemedi bile, bir yere gitmeye hazırlandığını dahi unutmuştu. Eline tutuşturulan kâğıttaki eşyaları yerleştirdi sadece çantasına, bir de bakınca içinde çeşitli duygular uyandıran birkaç parça nesneyi. Nedendir bilinmez, yüreği en derinden ona fısıldıyordu o eşyaları yanına almasını. Zaten çok da bir şey kalmamıştı odasında. Zamanla yerinden kaybolmaya başlamıştı bütün eşyaları. Tanımadığı adamlar yüklenip götürmüşlerdi hepsini. Bir daha hiçbirini göremeyeceğinden haberi bile yoktu.
​‘’Hadi anne, vedan bittiyse gidiyoruz artık.’’ diyerek bir delikanlı girdi içeri. Yaklaşık 30 yaşlarındaki bu adam, aynı kendisine benziyordu. Anne lafının yarattığı şaşkınlıktan doğan, sorgulayıcı bakışlar attı ona doğru. Bir süre bakıştılar. Adamın arada odaya attığı kaçamak bakışları yakalamıştı. Gözleri de dolu doluydu, ama saklamak ister gibi bir hali vardı. Bu gizin sebebini merak etmemiş değildi, ama gücendirmekten korktuğundan merakını yuttu. O da baktı odasına. Duvarlar sanki bir şeyler anlatmak istiyor gibiydiler. Sanki var olmayan kelimeleri yüzüne yüzüne bağırıyorlardı, ama o anlamıyordu. Ya sağır olmuştu, ya da gerçekten anlamı yoktu kelimelerin.
​Güzel yüzlü adam iç hesaplaşmalarını bitirince annesine doğru yürüdü ve önündeki koca valizi kaldırdı. Bir eliyle valizi tutuyordu, diğer eliyle de annesinin elini. Yaşlı kadın kafası odaya dönük halde, masif parke üzerinde birkaç yavaş ve temkinli adım attıktan sonra aniden durdu. Kımıldamıyordu. Kafasından bir şeyler geçiyor gibiydi. Bir hışımla çocuğunun elinden kurtuldu ve homurdanmalarını dikkate almadan uzun boylu, ahşap cama doğru ilerledi. Durdu. Hiçbir şey yapmadan bir süre durup camdan dışarı baktı. Sanki gözden kaçırdığı bir şeyi tekrar görmeye çabalıyordu. Camın ardında bir şey onu çağırıyormuş da o ‘’bir şey’’ sadece o gözünü kırptığı zaman ortaya çıktığından, o şeyi kaçırıyormuş gibiydi. Kadın da bir daha görmek ümidiyle olduğu yerde kalmakla yetiniyordu. Belki de tavuklarını arıyordu gözleri. Derken elini kaldırıp cama yasladı. Beyni geçmişe dair çoğu şeyi hatırlamıyor olsa bile kalbinde her şey oldukça canlıydı. O koca avlu artık yalnızdı, içten içe farkındaydı. Zamanında şehir şehir gezen yazlık sinemalar, köyde daha büyüğü olmadığından hep onun bahçesine kurulurdu. Nice aşklara, sevgilere, sevinçlere, yazlık sinemalara ev sahipliği yapmıştı bu avlu, lakin miadını doldurmuştu. Ağaçlardaki meyvelerle karınlarını doyuran kuşlara ve çatlayana kadar öten cırcır böceklerine emanetti artık bu bahçe. Herkes ama herkes farkındaydı bu tragedyanın, bir o bilmiyordu bunu. Kalbiyle hissediyor gibiydi ama hiçbir zaman tek başına yeterli olmamıştı kalbi.
​Çocuğu sonunda dayanamayıp usulca yanına sokuldu ve kırılgan bir vazoyu hareket ettirirmişçesine annesini tutup kapıya doğru sürükledi. Yaşlı kadının kafası hala odaya doğru çevriliydi ama elden ne gelirdi. Bu oda artık sahipsizdi. Ne bu oda ne de o bir daha birbirlerini görebilecekti. Ait olduğu yerden koparılıyordu bugün. O artık yersiz yurtsuzdu.
Adamın gözleri kapıdan çıktığıyla bir kız kardeşini aradı, ama o çoktan arabaya gitmişti bile. Yeğenlerinin yüzünden okuduğu kadarıyla dayanamayıp çıkmıştı dışarı kız kardeşi. Herkes onun gibi hüzünlüydü, dağlara taşlara bağırmak istiyordu. Her birinin büyümesine, sevmesine ve güzel olanı hatırlamasına tanık olmuştu bu ev. Onların gözünde bir mabetti burası ama artık içi boşalmıştı buranın. İçi boş, ziyaretçisi olmayan bir mabet ise herhangi bir binadan başkası değildi ve bir mabet yalnız kalmışsa da unutulup yok olmaya esirdir.

© 2025 by ZOR Dergi. 

bottom of page