top of page

TEYZE
YUSUF EMRE TÜRHAN

Teyze uyandı. Bir alarma ihtiyacı yoktu, vücudu onu uyandırıyordu. Yatağından kalkıp yanındaki defalarca kullanılmış plastik şişeden bir yudum su aldı, işlemeli beziyle terini sildi. Yaklaşık beş dakika duvarı izledi, saatin tik taklarını dinledi, sonrasında gününü gözden geçirdi. Her hafta Cuma günü ne yapıyorsa bu Cuma da onu yapacaktı aslında. Şehre inecek, yerine geçecek ve bekleyecekti. 

Otobüsü kaçırmamak için hızlı hızlı elini yüzünü yıkadı, üstünü değiştirdi. Çıkmadan son bir defa daha kapı ve pencereleri kontrol edip portmantoya gitti. Lekeli aynadan yansımasana bakıp güllü yemenisini düzeltti, solmuş feracesini sırtına geçirdi, kara lastiklerini giyip kapı kenarına bıraktığı poşetlerini alıp ilerledi. Artık hazırdı. Acele acele bahçe kapısına gitti ama çiçeklerini sulamayı unutmuştu. Hemen çeşmeye döndü, yoğurt kabını suyla doldurup çiçeklerin susuzluğunu giderdi. Durakta insanlarla yüz göz olmamak için biraz daha oyalanmaya karar verdi. Gözü gibi baktığı çiçeklerinin kurumuş ve sararmış yapraklarını kopardı, etrafında biten yabani otları temizledi, sonra eline geldiği gibi fırlattı onları. Geriye meşgale kalmayınca durup baktı bahçesine. Gülleri, şakayıkları selamladı; adaçayının kokusunu içine çekti. Özellikle adaçayını çok severdi, sürekli kaynatır kaynatır içerdi. Bahçesi çok büyük değildi ama ona yetiyordu. Artık yaz da gelmişti, zamanının çoğunu bahçesinde, koca dut ağacının altına attığı plastik sandalyesinde kuran okuyarak, tığ işi yaparak geçiriyordu. Bahçenin diğer köşesinde de pazarda sattıklarını yetiştiriyordu. Köye gelin geldiğinden beri mutlu hissedebildiği nadir yerlerden biriydi bu bahçe. O da olmasa ne yapardı.

 

Yeterince zaman harcadıktan sonra durağa doğru seğirtti. Durakta onun gibi pazara gidenler vardı. Şaşırdı onları orada görünce. Biliyordu, satışa değil alışverişe gidiyorlardı, ellerinde pazar çantası vardı zaten. Niye bu kadar erkenciydiler? Merakını bir kenara bırakıp selam verdi, biraz muhabbet etti, ayıp olurdu yapmasa. Kuru muhabbet bitince biraz uzaklaştı onlardan, yalnız bir yaşlıydı teyze. Tercih ettiği bir yalnızlıktı. Köy halkı tarafından da garip karşılanıyordu bu durum. Sonuçta kızlığından beri bu köydeydi, yabancı hissedeceği kimse, hiçbir şey yoktu burada onların gözünde. Neden böyleydi teyze? Herkes merak ediyor, cevabı sadece teyze biliyordu. Bir türlü ısınamamıştı buraya. Çokça kovalamıştı aidiyet hissini ama hala kendi köyü tüterdi burnunda. Oralara gitmek çok nasip olmamıştı evlendi evleneli. Hepi topu 3 kere gidebilmişti kendi topraklarına. Yaşlandıkça daha da çok özlüyordu anasının kucağını, babasının başını sıvazlamasını, köyünün kokusunu. Aralarından sadece köyceğizi kalmıştı, o da uzaklardaydı.

 

Çok bekletmeden geldi minibüs. En son o bindi ve parasını uzattı ama şoför 5 lira daha istedi. Zam gelmişti yine otobüse. Üfleye püfleye 5 lira daha verip minibüste ilerlemeye koyuldu. Arkadaki koltuklardan biri boştu, hemen oturdu. Önünde durakta konuştuğu köylüler vardı. Hafifçe gülümsedi oturmadan, yoksa laf olurdu. Zaten köyün ana gıybet malzemelerinden biriydi. Teyze yolda yüzüme bakmadı, teyze bakkala borç yaptı, teyze mezarda ağladı. Ve daha fazlası….Yerine yerleşince içinden yol duasını etti, bitince elleriyle yüzünü sıvazladı ve fark etti ki terlemişti. Çok sıcaktı, daha bineli 10 dakika olmamıştı ama terleri tane tane yüzünden kayıyorlardı. Yine sildi beziyle yüzünü.

 

Günün hala en erken saatlerindeydiler. Otobüste her Cuma görmeye alıştığı yüzler yoktu. Satış yapmaya giden köylülerin de, okula giden çocukların da yerlerinde yeller esiyordu. Aslında çocukların yokluğu onu rahatlatmıştı, ses çekmeyecekti yol boyunca.  Çocuklarla muhatap olması gereken yegâne gündü bu Cuma günleri. Yine çok fazla değildi o anlar ama asgari düzeyde de olsa gündelik hayatın bu mecburiyeti onu rahatsız ediyordu. Çocuklar cahillerdi ve rahatsızlıktan başka bir şeye neden olmuyorlardı. Aptalca sorular, baş ağrıtan gürültüler, kırıp dökmeler… Bütün ömrü boyunca çocuklardan uzaktı. Hiç küçük bir kardeşe bakması gerekmemişti, kendi çocuğu da olmamıştı. Kocası ona yetiyordu sağken, çocuktan bi’ farkı yoktu. Artık o da göçmüştü, tekti o koca evde. Gerçi, bu iyiydi onun için. Kocasını sevmezdi, senelerce dayak yemişti ondan. Sonrasında Alzheimer olmuştu, Allah’ı hatırlayıp korkusundan el kaldıramaz hale gelmişti. Ölmesine yakın da yemek bile yiyemezken teyzeye muhtaç kalmıştı. El mecburdu, bakacaktı tabii beyine.

Şehre az kalmıştı. Arkasındakilerin muhabbetleri dışında gayet sessiz geçmişti yol. Hatta arada ona da laf atmışlardı ama geçiştirerek cevap verdi. Sonrasında biraz kulak kabarttı konuşulanlara. Muhtardan bahsediyorlardı. Genççe olanı eleştiriyor, yaşlıca olan da onun dediklerini onaylıyordu. Kimse memnun değildi muhtardan ama kimse de farklı birine destek vermiyordu. Muhtar tüm köyü soyup soğana çevirmişti ama dönemlerdir seçiliyordu! Gerçi, teyzeyi ilgilendirmeyen bir konuydu bu. Gerekmedikçe bahçesinden adım atmaz, hele hele seçim zamanı rey vermeye bile gitmezdi. Muhtarı sokakta görse tanımazdı bile, sadece adını bilirdi. O yüzden önüne döndü, camdan dışarıyı izlemeye koyuldu. Sonsuz zeytin tarlaları…

 

Sonunda varmışlardı şehre. Köyden sonra bu küçücük, köyden bozma şehir bile ona metropol gibi hissettiriyordu her seferinde. Her yerde arabalar, insanlar, sesler, kargaşa. Fakat bugün daha da fazla bir kalabalık mevcuttu. Nedenini anlamadığı başka bir şey daha! Onunki gibi tekdüze bir hayat için fazlaydı bunca sürpriz. Yüzünü ekşiterek insan trafiğine karıştı. Ne çok insan vardı! Nereden çıkıyordu, nereden geliyordu bu insanlar. Renk renk, boy boy… Bunları düşünürken aklının bir köşesinde de yanlış giden bir şeylerin olduğunu söyleyen bir ses fink atıyordu. Farkındaydı ama yerine gidene kadar bekledi. Sonunda varmıştı. Varmıştı da, bir sorun vardı; her hafta oturduğu yerde altı yedi yaşlarında bir kız çocuğu oturuyordu. Bu manzarayla karşılaşmayı beklemiyordu. Neler oluyordu? Kafası karışmıştı da yanlış yere gelmiş de olamazdı. Senelerdir buraya açardı tezgahını. Mecburen sorması gerekiyordu birine. Yavaş yavaş, çekine çekine kıza yanaştı. Öyle bakakaldı ak pak yüzüne. Bir şey diyemedi, kekeledi. Çocuklarla konuşmasını sevmezdi de, bilmezdi de. Kaldı oracıkta. Kenara çekilip bekledi belki anası, babası gelir diye. Gelen giden görünmüyordu. Yapacak bir şey yoktu, konuşacaktı çocukla.

 

Kızın yanına vardı utana sıkıla. Yüzüne sert bir ifade takındı, sırtını elinden geldiğince dikleştirdi. Korkutucu olmaya çalışıyordu sanırım. Ardından gözlerini kaçırarak kimin kızı olduğunu sordu. Kız göz teması kurmuyordu. Bu, teyzeyi daha da germişti doğrusu. Minik, onunla konuşmaya çalışan sesi duyunca elindeki saçı başı birbirine karışmış et bebeğiyle oynamaya ara verip birkaç saniye bekledi. Kafasından ne diyeceğini düşünmüş olacak ki sessizliği bozarak konuştu. ‘’Maydanozun demeti 15 lira.’’ Teyzenin sinirleri sorusuna böyle bir cevap alınca iyice gerildi, ama küçücük çocukla kavga etmemek için kendini durdurup homurdanmakla yetindi, başka bir konuşacak insan bulmaya karar verdi. Hemen etrafına bakındı bir tanıdık yüz bulma ümidiyle. Küçük kızın hemen yanında komşu köyden gelen kel adam vardı. Umursamaz bir tavırla adamın tezgahına gitti. Adam kafasını kaldırdığında teyzeyi görmeyi beklemiyordu ki hafiften kaşlarını kaldırarak teyzeyi dinlemeye başladı. Teyze ona sordu küçük kız niye orada diye. Adam şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak cevap verdi. ‘’Seni 1 saat kadan bekledik, gelmeyince bu kızcağzın anası geçti yerine. O da tuvalete kadan gitti, gelir şimdi. Biz de şaşırdık seni göremeyince. İyi min bari?’’ Teyze adamı geçiştirerek pazarın en ucuna gitti.

 

Kızgındı kendine. Adamla konuştuktan sonra saatine bakmış, her zamankinden 2 saat geç geldiğini görmüştü. Uykuya dalamamıştı geçen gece, ondan uyanamamıştı bu sabah herhalde. Mecburen pazarın en sonunda müşteri bekleyecekti mahsullerine. Elden gelen bir şey yoktu. Kadere boyun eğdi, bu yabancı köşede kalmayı kabullendi bugünlük. Elindekilerin yarısını satsa bile kardı. Bu hafta maddi olarak zorlanacaktı, o kadar. 

© 2025 by ZOR Dergi. 

bottom of page