TANRI'NIN KIRBACI
UMUT İMCİK
İlkbaharın ortalarıydı. Ovalar yemyeşil, ağaçlar çiçek açmış, kuşlar dallarda cıvıldıyordu. Tabiat uyanıyor, hayat yeniden doğuyordu fakat o yıl, gökyüzünde sürekli gezinen kara bulutlar vardı. Sanki doğanın bahar sevinci, bir felaketin gölgesinde boğulmuştu. İnsanlar tarlada çalışmayı bırakmış, kiliselere kapanmış, gözlerini göğe çevirmişti.
Çünkü Attila geliyordu.
Ve onun geldiği yerde, çiçekler açmazdı.
Onun adı geçince, anneler çocuklarını susturur, rahipler dualarına yeni kelimeler eklerdi.
Onun adımları, toprakta iz değil, korku bırakırdı.
Aquileia yıkılmıştı. Taş taş üstünde kalmamıştı. Dumanı hâlâ yükseliyordu. Ardından Padova, Verona, Milan... Her şehir, bir diğerinden daha sessiz teslim olmuştu. Ne kral kalmıştı ne ordu. Kuzey İtalya diz üstündeydi.
Attila’nın ordusu, vadilerden Roma’ya doğru ilerlerken, doğa bile bu yürüyüşe eşlik ediyor gibiydi. Rüzgâr sertleşmiş, güneş utangaç bir sabırsızlıkla bulutların ardına saklanmıştı. Kamp ateşleri yanarken bile, havada yanık et ve barut kokusunun ötesinde bir şey vardı:
Yaklaşan sonun kokusu.
Roma’ya yalnızca birkaç gün mesafede, Hun ordusu durakladı. Geniş ovada, çadırlar bir çöl gibi uzanıyordu. Attila, ordunun ortasında, gösterişsiz ama heybetli çadırındaydı. Geceleri sessiz geçiyor, savaşçılar gülmüyor, eğlenmiyordu. Hiçbir şehir, Roma kadar güçlü bir simge değildi.
Ve o gece, Attila uyuyamadı. Gözlerini kapattı ama zihni susmadı.
Rüyasında bir ova gördü. Boştu. Ne asker vardı, ne şehir, ne düşman. Ortasında tek bir şey:
Toprağa saplanmış dev bir kılıç.
Gökyüzü çatırdayarak yarıldı, ve bir ses duyuldu. Ne kadın, ne erkek, ne genç, ne yaşlıydı.
“Dur. Tanrı’nın gazabı burada sona erer. Sen Tanrı’nın kırbacısın. Ama her kırbaç sonunda kırılır.”
Attila, irkilerek uyandı. Alnında soğuk ter, göğsünde yanan bir his vardı:
Sanki görünmeyen bir el, kalbine dokunmuştu.
Ertesi gün, kuzeyden Roma’ya gelen tek bir yol üzerinde bir grup beliriverdi. Ne sancak, ne zırh, ne kalkan taşıyorlardı. Beyaz cübbeler giymiş birkaç adam ve ortalarında yaşlıca biri ilerliyordu. Adımlarında korku yoktu. O adam, Papa I. Leo’ydu.
Hun askerleri kenara çekildi. Bu sessiz, silahsız heyeti kimse durdurmadı.
Attila, onların yaklaştığını görünce dışarı çıktı. Yüzünde şaşkınlık yoktu, ama bakışları dikkatliydi. Adamın gözlerine baktı. Ve orada, nefreti kör eden kibirle değil, inançla parlayan bir bakış gördü.
Papa eğilmedi. Secde etmedi. Sadece yaklaştı ve konuştu:
“Kılıcın, toprakları ezebilir, ama insanın ruhunu değil. Roma’yı değil; insanlığı korumaya geldim.”
Attila bir süre sustu. Ardından çadırına dönüp elini uzattı:
“Gel, konuşalım.”
Çadırın içi yarıkaranlıktı. Ortada yanan ufak bir tütsü kabı, dumanını göğe doğru salıyor, zaman sanki orada ağır çekimde akıyordu.
Papa I. Leo, içeri girdiğinde Attila ayakta duruyordu. Göz göze geldiler. Biri kılıçsız bir kraldı, öteki ise bin kılıcın ardında tek bir sözüyle gelen bir ruhani lider.
Konuşmaya Papa başladı. Sesi sakindi ama taşıdığı anlam, bir orduyu dize getirecek kadar derindi.
“Roma düşerse, sadece taşlar değil, tarihin sesi de susar. Siz büyük bir komutansınız, Attila. Ama en büyük zafer, yıkmakla değil; bağışlamakla kazanılır.”
Attila bakışlarını kaçırmadı.
Birkaç adım attı. Tütsünün dumanı arasında sanki geçmişten gelen sesler dolaşıyordu. Babasının, amcasının, atalarının hayaletleri. Her biri, zaferin kılıçtan geçtiğine inanmıştı. Ama o an Attila başka bir şey hissetti.
Papa’nın sözleri, geceki rüyayla birleşmişti.
Ve içindeki savaşçı susmuş, içindeki bilge konuşmaya başlamıştı.
“Ben Tanrı’nın kırbacıyım,” dedi, gözlerini çadırın tavanına dikerken.
“Ama her kırbaç, gelişigüzel vurmaz. Adalet neredeyse oraya iner. Bugün Roma’ya değil, tarihe iz bırakacağım.”
Ertesi sabah, güneş yükselirken, Roma hala yerindeydi. Hiçbir boru çalmadı, hiçbir at kişnemedi. Sadece rüzgârın taşıdığı hafif bir ses yayıldı vadilere:
“Toplanın. Geri dönüyoruz.”
Hun askerleri şaşkındı ama sorgulamadılar. Çünkü onların önünde yürüyen adam, bin kenti yerle bir etmişti. Onun iradesi, bir kentin surlarından daha sağlamdı.
Papa Leo, uzaktan Attila’nın çadırının toplanışını izledi. Gözlerini kapattı ve hafifçe başını eğdi. Bir dua mırıldandı. Hem Roma için, hem de Attila için.
O yılın sonbaharında, Avrupa hâlâ Attila’nın adını fısıldıyordu. Roma’nın neden kurtulduğunu kimse tam olarak bilmiyordu. Bazıları Papa’nın mucize yarattığını, bazıları Attila’nın hastalık veya kıtlık korkusuyla döndüğünü söyledi.
Ama gerçek sadece Attila’nın içindeydi.
O, kılıcını çekmeden kazandığı bu zaferi, en büyük zaferi saydı.
Çünkü bir komutan sadece savaş kazanmaz.
Bazen en büyük komutan, vurabileceği halde vurmayan olur.
Ve böylece Attila, sadece “Tanrı’nın Kırbacı” olarak değil,
aklın ve merhametin de sahibi olarak tarihe geçti.