top of page

ANTİKA ZAMAN
İREM KAVUNÇ

Eskimiş, işlemeleriyle göze oldukça çirkin ve tuhaf gelen, soyulmuş tahtalarıyla elimi kesmesine rağmen beni kendine çeken bu antika saate bakarken teyzemin muhtemelen gelen son misafirleri ağırlamasını duyabiliyordum. Yelkovanın çıkarttığı bu güçlü ve yoğun ses kafamı ağrıtmaya başlamıştı, başımın zonklaması saniye geçtikçe artıyordu ancak gariptir ki bu ucube saati izlerken zaman daha yavaş hareket ediyordu sanki. Zaten küçüklüğümden beri, her gelişimde, geçirdiğim bir gün sanki bir yılmış gibi hissettirirdi burada ve bu hissin, zamanın durduğu o ucube şey ile alakası olup olmadığını merak etmekten kendimi alamazdım. Sahi, en son ne zaman gelmiştim bu eve? Belki yedi, belki altı yaşımın sonlarındaydım. 

Anneannemin cenazesiyle birlikte çocukluğumun sessiz tanığına son defa gelmenin burukluğu içimde büyürken vicdan azabının da midemi yakarak boğazıma kadar geldiğini hissedebiliyordum. Veda etmek, az sonra son kez kapıdan yürüyerek çıkacak olmak bünyeme düşündüğümden de ağır gelmişti. 

 

Saatten sonunda gözlerimi çekip evin içinde uzun zamandır görmediğim teyzemi aramaya başladım. Kocaman evde adımlarımı gezdirirken aslında hiçbir yeri, hiçbir detayı unutmadığımı fark ettim. Bununla beraber her anımı da hatırlayabiliyordum. Hiç ayrılmamışım gibi koridorda yürürken her şey bıraktığım gibiydi. Mavi olması gereken açık gri duvar kağıtlarının kenarları kıvrılmıştı, hatta bir tanesinin kenarını henüz çocukken ben çekip koparmıştım minik ellerimle. Babam ne çok kızmıştı bana, oysaki anneannem ortamı yumuşatmak için sanki komik bir şey yapmışım gibi kahkahalara boğulmuştu. Duvarın o kısmını bulduğumda o hatırayı tekrar yaşamak istercesine parmaklarımı o bölgeye bastırdım. 

Duvarı boydan boya süsleyen çerçevelerin bazılarının yer yer kenarları çatlamıştı. İlk fotoğrafın önünde durup bir süre büyük büyük büyükbabamın gri gözlerine baktım. Annemin ve teyzemin anlattığı kahramanlık hikayelerini düşündüm onun hakkında. Gözümde o kadar ilahi bir kişilikti ki bir süre Tanrı sıfatının o olabileceğini bile düşünmüştüm. İlerledikçe fotoğraftaki suratları daha iyi tanıyabiliyordum. Büyükbabamın resminin önüne geldiğimde gözlerim doldu. Onu da en son bu evde görmüştüm sahi. Bu hatıra beynimin en derin köşesinden bir film gibi gözümün önüne geldi. Nasır kaplamış, sert ellerini birden aynı sıcaklıkta, tekrardan kendi avucumda hissettim. O anın hissettirdiği huzuru tekrar yaşarken sanki ellerim gerçekten ısınmıştı. Parmaklarıma doğru büyüyen bu ateş topu canımı acıttığında refleksle ve biraz da korku ile ellerimi kendime çektim. 

Son çerçevedeki fotoğrafta ben, annem ve babam vardık. Hayatın getireceklerinden habersiz gülümseyen çekirdek ailemize baktıkça kalp atışlarımın hızlandığını hissedebiliyordum. Çerçevenin yaldızları hala o kadar güzel parlıyordu ki, fotoğraftakinin ben olduğunu bilmesem bu koridora henüz asılmış olduğunu düşünürdüm. Merdivenlerden çıkarken her adımımda bir çıtırtı duyuluyordu. Sanki basamaklar içten içe çığlık atıyor gibi tiz bir sesti bu. Benim yürümemle beraber bu evde yaşadığım her anı da çıtırdıyordu beynimde. 

 

Odaları dolaşmama rağmen teyzemden henüz ne bir iz ne de bir ses duyabilmiştim. Defalarca kez seslenmeme rağmen soluğu bile çıkmıyordu. 

Her girdiğim oda öyle bir titizlikte toplanmıştı ki, anneannem sanki bu dünyadan gideceğini anlamış gibi bütün eşyaları yerli yerine koymuştu biz bir şeyi ararken zorlanmayalım diye. Yatakların üzerinde duran yastıklar, çalışma masasındaki lamba, kütüphanedeki kitaplar ve defterler… o gittiğinden beri milim bile kıpırdamamıştı yerinden. Gözlerimi ovuştururken tekrardan oturma odasına gitme kararı aldım. En başında neden oradan ayrıldığımı bile hatırlayamıyordum şimdi. Tekrar saatin önünde kendimi bulduğumda henüz beş dakika bile geçmediğini fark ettim. Oysa bu koca evin her odasını incelerken yaşlandığımı bile hissetmiştim. Antika saate baktıkça, midemdeki o sıcak his baş ağrısıyla beraber tekrardan kendini hatırlatıp boğazıma doğru hareket edince koşarak kendimi tuvalete kapattım.

 

Midemle beraber içimdeki her şeyi boşalttıktan sonra gelen rahatlama hissi ile tekrar vücudumun huzura kavuştuğunu hissedebiliyordum. Sanki bu iğrenç vicdan azabı da beni terk etmiş gibiydi. İçimde büyüyen bu kontrol edilemez mutlulukla uzun süre sonra gülümsedim. Tuvaletten dışarı çıkınca kapısı kapalı olan tek odayı fark ettim. Anneannemin odası. Evin en minik, ama en gizli odasıydı burası. Adımlarım beni oraya yönlendirdi ve bende itiraz etmeyerek ilerledim. 

 

Kapıyı açar açmaz yüzüme anneannemin mis gibi kokusu çarptı. Koku o kadar yoğundu ki, yıllardır duvarlarda duran ve temizlenmeyen rutubet bile bunu bastıramamıştı. Hissettiğim özlem ve merak o kadar ağır basmıştı ki odayı karıştırmaya başladım. 

Yatağın ayakucundaki sandığın kapağını kaldırdım. İçinde bir sürü eski mektup, birkaç fotoğraf ve eski bir antika saat vardı. Elimi sandığa daldırıp hiç düşünmeden çekip saati oradan kurtardım. Oturma odasındaki saate ne kadar da çok benziyor, diye geçirdim içimden. Aynı ucube ve tuhaf oymalar, aynı eskitmeler, aynı soyulmalar… benzerlikler göz ardı edilemeyecek kadar fazlaydı. Daha detaylı incelemek için her köşesine dikkatlice bakmaya başladım. Altında italik bir biçimde işlenmiş, el yazması bir not duruyordu; “Zamanı eline alan, zamana aittir.” 

Donuk gözlerimle saate tekrar baktığımda aşağıdaki saatle tek farkının bu olmadığını fark ettim. Yelkovan ters yöne doğru hareket ediyordu. Saat, beş dakika gerideydi. Elimdeki şeyi hızla sandığa geri fırlatarak merdivenlerden aşağı koştum. Bu sefer basamaklardan çıkan bu tiz seslerin anılarımın parçalanması olduğuna emindim artık.

 

Kapının önüne gelip evden çıkmak istediğimde teyzemle karşılaştım. Gelen son misafirleri geçirdiğinden söz etti ve ekledi: 

‘’Her şey değişiyor, değil mi? Yalnızca bu ev aynı kalıyor.’’

© 2025 by ZOR Dergi. 

bottom of page