top of page

Selahaddin’in Kudüs’ü      UMUT İMCİK

Yıl 1187…
Yaz mevsimi yavaş yavaş sonbahara yerini bırakırken, doğunun topraklarında uzun bir seferin ayak sesleri duyuluyordu. Aylar süren yürüyüşler, sıcakla kavrulmuş çöl rüzgârları, sabahlara kadar yapılan istişareler ve dualar…

Bu ordu herhangi bir ordu değildi. Onların başında, adı yıllar sonra bile saygıyla anılacak biri vardı: Selahaddin Eyyubi.

Ama bu, bir işgal seferi değildi.
Bu, bir şehrin onurunu geri alma yürüyüşüydü.
Bu, geçmişin kan izlerini silip adaletle yeniden yazılacak bir tarihin başlangıcıydı.

Selahaddin, Hıttin’de haçlı ordularını bozguna uğrattığında, Kudüs’ün kapısı da onun önüne açılmıştı. Ama o, zaferin sarhoşluğuna kapılmadı. Çünkü onun gözünde  Kudüs, sadece taş duvarlarla çevrili bir şehir değildi. Orası, peygamberlerin iz bıraktığı, üç dinin yüreğinde taşıdığı kutsal emanetti.

Kudüs’e doğru yürürken, her adımı dua gibiydi. Yanındaki askerler yorgundu ama kararlıydı. Selahaddin’in yüzü ciddi, ama yüreği sakindi. Biliyordu, bu sadece bir savaş değil; insanlığın vicdanıyla yapılacak bir sınavdı.

Yol boyu köylerden geçerken halk onlara dua ediyordu. Bazıları sessizce ağlıyor, bazıları ise çocuklarının ellerini tutup umutla uzaktan izliyordu.
Çünkü herkes biliyordu: Bu sefer Kudüs sadece geri alınmayacak, hak ettiği merhamete de kavuşacaktı.

Kudüs'e vardıklarında Eylül ayı bitmek üzereydi. Şehir yüksek duvarlarla çevriliydi, burçlarda haçlı askerleri nöbet tutuyordu. Selahaddin, savaş davulunun sesini yükseltmeden önce, şehre haber gönderdi:
“Teslim olun. Kan dökülmeden bu şehir yeniden barışın yurdu olsun.”

Ama şehrin komutanı Balian, teslim olmayacaklarını, direneceklerini bildirdi.

Kuşatma başladı.

Günler geçti.
Oklar gökyüzünü kesti, mancınıklar duvarlara inatla taş fırlattı.
Ama Selahaddin, asla sivillere zarar verilmesine izin vermedi.
“Kadınlara, çocuklara, yaşlılara asla dokunulmayacak,” dedi.

Gece olduğunda, Kudüs’ün taş sokaklarında sessizlik çökerdi.
Savaşın uğultusu yerini dualara bırakırdı.
Bir yanda Müslüman askerler secdeye varır, öte yanda şehir halkı kiliselerde dua ederdi.
Herkes biliyordu, bir karar gecesi yaklaşmaktaydı.

Üç haftalık kuşatmadan sonra, şehir halkı umudunu yitirmişti. Açlık başlamış, su kaynakları tükenmişti. Komutan Balian, barış için Selahaddin’in çadırına geldi.

Çadır sessizdi.
Bir parşömen açıldı, şartlar konuşuldu.
Selahaddin ayağa kalktı, gözleri Balian’ın gözlerinde gezindi.

“Size geçmişin intikamıyla değil, geleceğin merhametiyle muamele edeceğim,” dedi.
“Şehri teslim edin. Ne kiliseye dokunacağım, ne halka. Dileyen şehri terk edebilir, dileyen kalabilir. Fidyesini ödeyen özgürce gider. Parası olmayanın bedelini ben ödeyeceğim.”

Balian başını eğdi.
Düşmanının yüreğinde böylesine bir adalet beklemiyordu.
O an anladı ki, karşısındaki sadece bir komutan değil, bir devir değiştiren bir insandı.

Kudüs’ün kapıları açıldı.
Ne bir intikam narası atıldı, ne bir cana kıyıldı.
Müslüman askerler şehirden içeri ağır adımlarla girdi.
Savaş alanında gösterdikleri kudret, şimdi yerini sükûnete bırakmıştı.

Selahaddin ilk iş olarak Mescid-i Aksa’ya yöneldi.
Yıllardır ahır olarak kullanılan bu kutsal mekân, gözyaşlarıyla temizlendi.
Minarelerden yıllar sonra ilk defa ezan yükseldi.

Aynı akşam, Kudüs’te çanlar da çaldı.
Ve bu iki ses, ilk defa birlikte yükseldi göğe.

Bir akşamüstü, Kudüs tepelerinden birine çıktı. Şehir ayaklarının altındaydı. Komutanlarından biri yanına geldi:

“Efendim… Kudüs artık bizim. Ne düşünüyorsunuz?”

Selahaddin sessizce baktı şehre.
Savaşsız alınan her taş, affedilen her can, dökülen her gözyaşı gözlerinin önünden geçti.

Sonra yavaşça konuştu:

“Toprağı almak kolaydır.
Ama gerçek fetih, insanların kalbinde iz bırakmaktır.
Kudüs’e merhametle giren, Kudüs’te ebedi yaşar.”

Ve işte o gün, Kudüs sadece alınmadı.
Kudüs affedildi.
Yeniden doğdu.

© 2025 by ZOR Dergi. 

bottom of page